Kılavuz - Bilge Karasu Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Kılavuz kimin eseri? Kılavuz kitabının yazarı kimdir? Kılavuz konusu ve anafikri nedir? Kılavuz kitabı ne anlatıyor? Kılavuz kitabının yazarı Bilge Karasu kimdir? İşte Kılavuz kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Bilge Karasu
Yayın Evi: Metis Yayınları
İSBN: 9789753420051
Sayfa Sayısı: 120
Kılavuz Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
"Yazmasaydım unutup gidecektim belki, çoğunu..Oysa şimdi geviş getirip duruyorum. Şu 'aracı olmak', 'araç olmak', 'bir oyununtaşı, ya da taşları olmak'...
..İşin tümü bir oyun belki, ama bu oyundaki taşlardan biri, yalnız biri, ben, neyi oynadığımı bilmiyorum.Oyundaki yerimi bilmek şöyle dursun, birilerinin beni oynatıp oynatmadığını da kestiremiyorum.
Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?''
(Arka Kapak)
Kılavuz Alıntıları - Sözleri
- Anlaşılamayacak şeyler hep kalacaktır yolumuzun orasında burasında.
- Keçilerim keçilerim... Depreşme içindeler gene.
- Düşte bile, ölümün gelişi bütün kaçınılmazlığıyla doğal da, bu insanların toplanıp ölümü tiyatroymuş gibi izlemeye kalkışlarının ardında birşey var
- "Asıl mutluluk bu olsa gerek" dedi, "ulaşmaya can attığımızın biraz öncesi..."
- Gevşeyeyim, dinleneyim, birilerine laf yetiştirmek, bir şeyler beğendirmek, kimsenin inanmadığı ama herkesin vazgeçilmez saydığı birtakım incelikler göstermek gerekmeksizin, on gün geçireyim.
- Kişilere, nesnelere, kendine bağlanırsın; bir gün bunlardan koparsın da. Gerekeni yapmadığını düşündüğünde haklısındır, değilsindir, bilinemez ama, o anda, kopmuşluğunu yaşıyorsundur belki. Kopmuşluk, ölüm de demektir.
- Yazmasaydım unutup gidecektim belki,çoğunu…Oysa şimdi geviş getirip duruyorum. Şu “aracı olmak” , “araç olmak” , “bir oyunun taşı ya da taşları olmak”…
- Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?
- İşin tümü bir oyun belki, ama bu oyundaki taşlardan biri, yalnız biri, ben, neyi oynadığımı bilemiyorum. Oyundaki yerimi bilmek şöyle dursun, birilerinin beni oynatıp oynatmadığını da kestiremiyorum. Ölümden de kaygılandırıcı olan, dönülmez olan durum, bu muydu acaba?
- Hepsi yakınınız; hepsi sevdiğiniz insanlar.Ara ara sevginizin yeğinliğine ya da tutsak ediciliğine dayanamayıp öldüklerini düşündünüz.
- Düşleyecek olduktan sonra, sonuna dek gitmeliydim.
- Bir ölümü yaşarken ya da beklerken bağını öldürmen, duyacağın acıyı azaltmak isteğinden ilerigeliyor da olabilir.
- … Bir de pattadak çıkagelenler vardır,senden istediğini senin rızanla alan,seni kendine bağlamasını başaranlar vardır…Günün birinde geldikleri gibi giderler. Ya alacaklarını aldıkları,bu da kendilerine yettiği için…Tabiî,bu durumda,ilk öbektekiler gibi davranmış olurlar:Yağma bitmiştir…Ya da sen onlara,kabul etmek istemedikleri bir ölçüde bağlandığın için. Yani ‘başkası yağmalanır ama ben,başkasının kullanabileceği bir toprak değilim,”türünden bir tutum…
- Yanımdaki yolcu, yalnız bana işittirmeğe dikkat ederek "İnsanlar yalnız kulaklarını kullanabilecekleri halde niye gözlerini de ille katarlar dinlemelerine," diye fısıldadı.
- ...bana sorarsan, kendini savunuyordun, daha çok acıyı daha çok duymamak için; sevgiyi kendi elinle azaltmaya, koparıp yolmaya kalkıyordun… Bir şeyleri silerek bir geçmişin yükünü yeğnileştirmek, azaltmak… O ölçüde de, kim bilir, geleceğini biraz olsun özgürleştirmek… Öyle kopuşlar güçtür, izi kalır; kopmaya kalkmak kendini de parçalamaktır.
Kılavuz İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Postmodern Eserlerin Özellikleri Bağlamında Bilge Karasu'nun Kılavuz'unu Okumak: Bazı romanlar vardır, okuyup bitirdikten sonra bile romanın karakterleri içinizde yaşamaya devam ederler, kafanızda o romana farklı devam metinleri yazar, bir süre o eserin etkisinden kurtulamazsınız. Çok sevdiğim kitaplarda yaşadığım bu hal, Bilge Karasu’nun “Kılavuz” romanında bambaşka şekilde kendini gösterdi. Romanı bitirdiğimde eserin zihnimde bitmediğini fark ettim. Bir günde okuyup bitirdiğimi sandığım kitap, içimde konuşmaya devam ediyordu. Ama bu bitmeme hali o çok sevdiğim romanlardaki halden farklıydı, ben romanın bana ne anlattığını çözümlemeye çalışıyordum. Romanda kullanılan isimleri, Uğur’un düşlerini, video kasetini ve üzerinde pathos (acı)kelimesinin birkaç harfini taşıyan taşı, Yılmaz’ın gizemini, İhsan’ın romandaki yüzeysel görünen ama derin varlığını, Mümtaz Bey’in romandaki varoluş sebebini… Kafamda hep roman vardı, uykuya dalarken, uyandığımda, bir işle meşgul olurken… O zaman bu romanın polisiye gibi görünen kolay kurgusu altında daha derin anlamlar barındırdığını fark ettim. “Kılavuz”, Bilge Karasu’dan okuduğum ilk kitaptı ve yazarın evrenine hakim olamamaktan dolayı romanı tabir-i caizse el yordamıyla, düşüne düşüne keşfediyordum. Sonra roman hakkında araştırma yapmaya başladım. Storytel’de keşfettiğim Notos'un Bilge Karasu özel sayısını defalarca dinledim, dinledikçe romandaki kapılar kafamda yavaş yavaş açılmaya başladı. Romanda dikkatimi çeken detaylardan biri de yazarın öz Türkçe kelimelere olan merakıydı. Yazar kelimelerle yeni bir dil kuruyordu adeta, ya da dil vasıtasıyla yaşamın bir benzerini bu defa yazıda yaratmak istiyordu. Yani yaşamın kendisi gibi hareketli, başı sonu belirsiz, sürprizleri olan, tam olarak anlaşılmayan ve baktığın yere göre değişim gösteren, üzerinde düşündükçe kendini açan bir metin. “Umberto Eco ‘Yorum ve Aşırı Yorum’da; Todorov’un yazılı metni, yazarın sözcükleri, okurların ise anlamı getirdikleri bir pikniğe benzettiğini ifade etmiştir. Eco bu tanıma bir de metnin niyetini ekler.”(Notos, Bilge Karasu/Yazmasaydı Olmazdı, sayı: 52) Karasu’nun metni de klasik metinlerden farklı olarak metnin niyetini anlamaya çalışan etkin bir okur istiyordu besbelli. Metnin niyetini çözümlemeye, hatta deşmeye azmetmiş kararlı bir okur. Yine Eco’nun bu tür metinler için söylediği 'anladığını söyleyen okur kaybetmiştir' tespiti de dikkate değerdi benim için. Zira okurun anlaması değil daima keşfetmesiydi aslolan. Ben de bu yazıda elimden geldiğince kendimce keşfettiğim anlamları okuyucularla paylaşmak istiyorum. 109 sayfalık roman, üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm, Uğur’un gazetedeki “Yaşlı beye refakatçi aranıyor.” ilanını görüp Yılmaz Bey’le telefonda görüştükten sonra buluşmasını ve evde yaşadığı ilk günü anlatıyor ki bu bölümdeki gizemli olayların Uğur tarafından kaleme alındığını sonradan anlıyoruz. İkinci bölümde zaman atlaması yapılarak on üç gün sonrasına geliniyor ve bu bölümde 13. gün anlatılıyor. 3. bölümde ise 14. ve 15. günler anlatılıyor. Görüldüğü üzere roman 15 günlük bir sürede geçiyor ama romanın hâlihazırı sadece üç gün. Bülent ve Uğur’un geçmişte yaşadıkları da geriye dönüş tekniğiyle aktarılmış. Modern ve postmodern romanda tür kavramı ortadan kalkmış, roman çok sesli bir müzik eseri gibi renkli bir yapıya bürünmüştür. Bu bağlamda artık klasik dönemdeki roman türlerinin keskin ayrımları bu eserler için geçerli değildir. Postmodernizmin en önemli özelliklerinden biri olan “çoğulculuk” ilkesi, romanın içinde farklı türlerin ve birbiriyle ilgisiz görünen unsurların bir arada yaşamasına imkan tanımaktadır. Karasu’nun Kılavuz’u bir polisiye roman olarak okunabildiği gibi içerdiği gizemli unsurlarla -Berna Moran’ın ifade ettiği gibi- “gotik roman” olarak da kabul edilebilir. Ya da Uğur’un yaşadığı kişisel gelişim sürecine bakılarak bir kişisel gelişim romanı da olarak da görülebilir. Aslında roman hem bunların hepsi, hem de hiçbiridir. Zira yazarın; metnine bir anlam yerleştirmek, bir türe dahil etmek gibi bir derdi yoktur. Yazar, edebiyatın ve sanatın kendisine verdiği imkanları kullanarak bir eser yaratır, bu eser dinamiktir ve bir anlamın içine hapsedilemez, okur da kendi kabı ve kişisel çabası ölçüsünde bu eserden bir anlam çıkarmaya çalışır, fakat bu anlam da değişkendir, bu anlama her okumada başka başka unsurlar eklenebilir ya da çıkarılabilir. Tam da postmodernizmin yapmak istediği şey, hiçbir netliği olmayan, belirsiz ama okuyana yeni bir şeyler keşfetmenin hazzını yaşatan bir eser sunmak. Kılavuz’da Uğur’un düşleri vardır, bu düşlerin roman kurgusu içinde bir anlamı olduğu romanın ilerleyen sayfalarında daha da net olarak ortaya çıkar. Düşlerin bu fonksiyonu yanında romanda düşle gerçeğin de iç içe geçtiği, yaşananların hangisinin gerçek hangisinin düş olduğu konusunda okuru ikileme düşüren bir yapı yaratıldığı görülür. Uğur’un yazdığı bölümde geçen “Denize bakan kayalıkta mı uyuyakalmışım?” sorusu yaşanan her şeyin bir düşten ibaret olabileceğini de ima eder ki eleştirmenlerin bir kısmı da romanı çözümlerken yaşananların Uğur’un düşleri olduğu yorumunu yapmışlardır. Postmodern romanın en önemli özelliklerinden biri de oyun kavramıdır. Romanda oyun kavramının leit motif şeklinde sık sık tekrar edildiği görülmektedir. Uğur tedirgindir, onun “bir oyunun içinde olduğu duygusu” sık sık vurgulanır. “Bir oyunun bir taşı, belki iki taşı… Araç olmak bir şeylere” diye geçirir içinden. Yılmaz Bey'le görüşüp İhsan’la tanıştıktan sonra da önceden ve kendisi dışında kurulan bir oyunun parçası olduğu hissi devam eder. Romanda onun bu hissini pekiştiren detaylar da art arda gelir ve okur da bir süre sonra Uğur’un bu paranoyasını paylaşmaya başlar. Burada Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Oğuz Atay’ın roman, hikaye ve tiyatrolarında da oyun kavramını ne kadar aktif kullandığını hatırlamakta yarar var. Atay, “Oyunlarla Yaşayanlar” adını taşıyan tiyatro oyununda eserin ismine de uygun olarak bu kavramı sürekli tekrar eder. Yine onun en önemli romanlarından biri de “Tehlikeli Oyunlar” adını taşımaktadır ve romanın baş karakteri Hikmet, sürekli oyunlar yazan, oyunlar oynayan, oyunlarla yaşayan bir karakterdir. Postmodern anlatıların en önemli özelliklerinden biri de üst kurmacadır. Basitçe bir tanımlama ile “Roman yazma sürecinin okurla paylaşılması, ya da romanın bir kurgu olduğu gerçeğinin çeşitli şekillerde okura hatırlatılması” olarak tanımlayabileceğimiz “üst kurmaca” bu romanda da karşımıza çıkar. Romanın ilerleyen bölümlerinde ilk bölümün Uğur’un kaleminden çıktığını ve bu bölümü bir profesör olan Mümtaz Bey’e okuttuğunu, Mümtaz Bey’in ilgili metinle ilgili yaptığı tenkitler vasıtasıyla anlarız. Yine romanda Uğur’un yazdığı bir günlükten de söz edilir. Ayrıca Uğur’un yazdıklarını İhsan’a okuttuğunu da aralarında geçen konuşmalardan anlarız. Metinlerarasılık ya da göstergelerarasılık da postmodern romanın en önemli özelliklerinden biridir. Tanpınar’ın “Huzur” romanının iki önemli kahramanı olan Mümtaz ve İhsan’ın romana ismen girmeleri bir tesadüf olmamalıdır. “Huzur” romanında edebiyat fakültesinde araştırma görevlisi olan, hem Doğu hem de Batı kültürüne hakim fakat ikilemleri olan arafta genç bir Türk aydını olarak tasvir edilen Mümtaz karakterini, Karasu aynen almaz romanına. Ancak orta yaşlı bir profesör olan ve okumayı çok seven kültürlü bir aydın olan Mümtaz Bey, Huzur’un Mümtaz’ından izler taşır. İhsan ise Kılavuz’daki özellikleriyle Huzur’un İhsan’ı ile bir benzerlik göstermez. En azından görünüşte böyledir ancak belki derin okumalarda farklı bağlantılar kurulabilir. Romanda; Kubilay Aktulum’un "Göstergelerarasılık”(https://www.ilknokta.com/kubilay-aktulum/metinlerarasilik-gostergelerarasilik.htm) olarak ifade ettiği edebiyat ile diğer sanat dalları arasında kurulan ilişkilere dair örnekler de vardır. Verdi’nin “Maskeli Balo” adlı operası ve Goya’nın resmi (Aklın uykusu canavarlar üretir.) bu bağlamda değerlendirilebilecek unsurlardır. (http://www.idildergisi.com/makale/pdf/1536246270.pdf) Karasu’nun "Kılavuz"u gibi romanlar pek çok yöntemle okunmaya uygun, katmanlı yapıya sahip eserlerdir. Ben de bu çalışmada romana postmodernizmin temel özellikleri açısından bakmaya gayret ettim. Romana dair çok iyi incelemeler romanın sayfasında mevcut. Benim yazım da umarım bu incelemelere tamamlayıcı bir katkı olur. Kaynaklar: Bedia Koçakoğlu "Anlamsızlığın Anlamı Postmodernizm", Hece Yayınları, İstanbul 2012. Berna Moran, "Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3 ", İletişim Yayınları, İstanbul. (Hercaiokumalar /Ayşe)
BİR DERİN OKUMA DENEMESİ
Georges Perec’in Kayboluş’undan söz edilmişti. Hiç E harfi kullanmamış diye. Niyeyse aklıma geldi. Ardında Bilge Karasu varmış meğer. Perec bulanıklaşınca anladım. Kılavuz. Asıl oymuş aklımda. Zaten ne olacaktı ki ya Gece ya Kılavuz.
Bilge Karasu da hiçbir eserinde VE bağlacını kullanmamış ya, Perec işte onu hatırlatmıştı. Bilen bilir. Çok dillendirilmez ama. Belki de meziyet sayılmaz. Kim bilir?
Bu bol kedili adamın Kılavuz’u.
Murakami doğduğunda o liseyi bitirmişti muhtemelen. Kediler önce BK’yu sevdi anlayacağınız. Uzun uzun yaptığım bir incelemesi vardı. Bunu sitede paylaşayım istedim. Üstünde biraz daha çalıştım. Site okurlarına dönük bazı değişiklikler. Tahlil değil. Tek yönlü bir derin okumaydı. Rene’ye de buradan selam olsun. Tahlil öyle siteye yazılacak bir şey değildir. Çünkü çok yönlü bir tahlil bir edebiyatçının çok ama çok zaman ayırması gereken bir iştir. Meslektir aslında. Tefsir etmektir. Neyse.
Uğur asıl kahramanımız. Onun yaşadıklarını onun gözüyle görüp onun ağzından dinliyoruz. Rüyalarla başlıyor hikayesi. Rüya muhabbetine paralel bir iş arama çabası da var. Bir gazete ilanıyla ilk kontağı kuruyor. Yaşlı bir adama refakatçi arıyorlar. Bu yaşlı adama (Mümtaz bey) bakan yeğeni Yılmaz bey bir süreliğine olmayacağından, refakatçi aramaktadır. İş başvurusu kabul oluyor Uğur’un. Bir de Mümtaz bey’in taksicisi İhsan var. Zamanla Uğur, Mümtaz ve İhsan arasında güzel bir dostluk oluşuyor.
Uğur bir kitap sever. Ayrıca rüyasında gördüklerini kaleme almasını da seviyor. Bu metinleri Mümtaz ve İhsan’la da paylaşıyor. Roman gerilimini bu üçlünün tedirgin, üstü kapalı konuşmasıyla arttırıyor. Gerilim kitabın sonunda çözülüyor. Anlıyoruz ki girift rüyaların sebebi bir suçlulukmuş. Meğer Uğur, birkaç yıl önce hayata küsüp Amerika’ya göçen eski arkadaşı Bülent’in ölümüyle alakalı bir vicdan azabı içindeymiş. Kanserden ölen Bülent de, kanser olmasına sebep olarak, zamanında Uğur’a yaptığı haksızlıktan çektiği vicdan azabını görüyormuş. Ve anlıyoruz ki Uğur’u işe alan Yılmaz da ölen Bülent’in abisiymiş. Gazeteye ilan verilmesine rağmen, işe alma süreci aslında tesadüf değil, kurguymuş. Ama bu okuru pek tatmin etmiyor. Bazı boşluklar oluşuyor kafasında yine de. Tam bunların cevabını alacağını düşünürken bir de trafik kazası giriyor işin içine. Uğur’da kazanın ilk 2 gününü hatırlamasına engel bir amnezi oluşuyor.
Bitti mi roman? Bitti. Rahatladınız mı? Hayır. Neden? Bu sorumun cevabı için sitede kitaba yapılan incelemeleri okumanızı salık veririm. Genel hava bir doyumsuzluk hâkim olduğu. Bir okur olarak kitap bittiğinde ben de aynı şeyleri hissettim.
Devamında yapabileceğim iki şey vardı. Rafa ya da derin okumaya. Şöyle bir muhasebe oldu içimde. <<<<
Tamamlanmaya direnen Metin: “kitap/kilavuz--7664” İlk olarak kitap/gece--1179’de direnmişti metin. Okur, tamamlamak adına tuğla ekledikçe alttaki tuğlaları sarsılan bir inşaat veya bir ayağına çivi çaktıkça diğer ayağındaki çivinin gevşediği masa gibi asla nihayete ermeyecek bir süreç ile karşı karşıyadır. Metin kendini kolay kolay ele vermediğinden okurun sabrı, çalışkanlığı ve uyanıklığı önemlidir. Bu sebeple yazar/Bilge-Karasu okumaları, normal okumanın ötesinde derin okuma eylemine dönüşür, dönüşmek zorundadır. Sürekli kazmak, derinlere inmek aynı zamanda bir dedektif gibi iz sürmek, ayrıntıları yakalamak ve varsayımlar üretmek elzemdir. kitap/kilavuz--7664 gibi Postmodern eserlerin göz ardı edilmeyecek bir özelliği vardır. Her okur, kendi yaşanmışlığına yani hayat tecrübesine göre bu eserlerden farklı anlamlar çıkarabilir. Keza bende, Kılavuz’a getirdiğim yorumla esasen kendi deneyimimin sonuçlarını sergilemiş olacağım. Yine bu bağlamda yapılan her yorum doğru ya da yanlış olarak nitelendirilemez. Girizgah ve genel açıklamalar sonrası inceleme dilini “ben dili” olarak değiştirip yoruma geçiyorum. Okur olarak, tüm gereklilikleri yüklenip kılavuz arayışına çıktım. Eserde boy gösteren 5 ana kahramana ayrı ayrı odaklandım lakin tahmin edeceğiniz üzere hangi karakter kılavuzdur karar veremedim. Okuru yönlendirmek adına Uğur desen tam bir hıyar; düşle gerçeği iç içe geçirip okuru dolandırmaktan başka yaptığı bir şey yok. Mümtaz Bey desen tam bir muamma üstü kapalı cümleleri, sırları ile bir kılavuz olmaktan çok uzakta. İhsan, kılavuzdan çok biz okurlar gibi bir şeyleri çözmeye çalışan garibanın teki. Yılmaz, zaten gizli kapaklı işler peşinde. Geriye tek Bülent kalıyor o da ölmüş, adı var sanı yok. Karakterlere kızıyorum çünkü yazar/Bilge-Karasu böyle istiyor. Okur olarak çözmeye çalış, tek tek hepsini analiz et, notlar al tam bir yere varacakken başka bir terane çıkar... Eminim yazarken, “Çok eğlenecuuk” falan da demiştir bu. Hoş zaten Bilge Karasu’yu bana sevdirende; eserlerindeki doyumsuzluk, tatminsizlik, muammalık… (Pis herif!) Sanırım o muamma bana da bulaştı hem kızıyorum hem seviyorum! En son kılavuzu arıyordum. Bulabildim mi? Hayır ama günün sonunda her bir karakterin karşılaşmalarından önceki ile sonraki vaziyetlerinin değişimi göz önüne alındığında rahatlıkla diyebilirim ki; bu karakterler dolduramadıkları iç boşlukları için; birbirlerine “kitap/kilavuz--7664” oldular. Yani Uğur’un bilinçaltında yatan suçluluğun düşlerde yansımasının sonraları yok olmasından ya da Yılmaz’ın Uğur’u tanıma arzusunun gerçekleşmesinden veya İhsan’ın zihnindeki soruların açığa kavuşmasından bu sonuca varabiliyoruz. Yazımın kurgusuna, vermek istediği mesajların derinliğine yahut diyalogların kalitesine bakıldığında ciddi bir emek harcanmış olduğunu görüyoruz. Ben özellikle durum geçişlerine hayran kaldım. Hatta konu buraya gelmişken o durum geçişini de alıntılamak istiyorum; “İnsanın kafasını karıştıran, yüreğini ağzına getiren, içini kaygılara salan hiçbir şeyin kalmadığı bir geçitteydik. Geride kalan unutulmuştu sanki; ötede bekleyenin sesi henüz gelmiyordu. Altımızda bir iki küçük kaya bulunsa gerekti; denizin soluğu kırış kırıştı bir yerlerde.” Yazarın dili oldukça farklı hatta yeni bir dil oluşturmuş bile diyebiliriz. Kelimelerin seçimi olsun kullanımı olsun mükemmel (görüyorsunuz anlatmaya gerek yok… Gene şelaledeki adama gittim pardon.) kaldı ki bazı sert sessizleri kendince yumuşatması (“Yemeğini, südünü vermeğe davrandığımda yanımda bitiverir.”) bile farklı bir hava katıyor yazıma. Ayrıca kitabın hiçbir yerinde “ve” bağlacı kullanılmış değil! Sözüm ona bende bu bağlacı kullanmayarak selam çakacaktım Bilge Karasu’ya lakin söz konusu, bu adamsa her şey elinizde patlıyor. Her okurun en az bir defa olmak koşuluyla yazar/Bilge-Karasu okuması gerektiğini düşünüyorum. Son olarak 'Usun uykuya dalması...' diyordu resmin altında Goya, '... canavarlar üretir.' “ “Usun uykuya dalması canavarlar üretir.” adlı tablomuz; https://artsandculture.google.com/asset/the-sleep-of-reason-produces-monsters-no-43-from-los-caprichos/FAF4YL0zP9cjHg?hl=tr&ms=%7B%22x%22%3A0.5%2C%22y%22%3A0.5%2C%22z%22%3A8.066992556585458%2C%22size%22%3A%7B%22width%22%3A3.9019993396890698%2C%22height%22%3A1.2375%7D%7D (Anıl)
Kitabın Yazarı Bilge Karasu Kimdir?
Bilge Karasu (1930, İstanbul - 13 Temmuz, 1995), Türk öykü, roman, deneme yazarıdır. Aynı zamanda felsefeci yanı olan Karasu, metinlerinde felsefi sorunları işlemiş ya da onun metinleri felsefi incelemenin konusu olarak görülmüştür. Postmodern romanın Türkiye'deki önemli isimleri arasında değerlendirilmektedir.
Yaşamı
Bilge Karasu 1930'da İstanbul'da dünyaya geldi. Genellikle sanıldığının aksine, Musevi asıllı Osmanlı siyasetçi Emanuel Karasu ve onun yeğeni dünyaca ünlü yoğurt şirketi Danone Grubu'nun kurucusu İzak Karasu ile herhangi bir akrabalık ilişkisi bulunmamakla birlikte, Bilge Karasu'nun daha sonra Müslümanlığı seçmiş bulunan anne ve babası da Musevi asıllıdır. Şişli Terakki Lisesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nde öğrenim gördü. 1963 yılında, Rockfeller bursuyla gittiği Avrupa'dan 1964'de dönerek çevirmenliğe başladı. Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğü'nde ve Ankara Radyosu dış yayınlar servisinde çalıştı. Ankara Radyosu için radyo oyunları yazdı. 1974 yılından ölümüne kadar Hacettepe Üniversitesi' Felsefe bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Ankara'da Nilgün Sokak'ta yıllarca küçük bir bodrum katında yaşadı. 14 Temmuz 1995'de pankreas kanseri tedavisi sürerken Hacettepe Üniversitesi Hastanesi'nde öldü. Cebeci Asri Mezarlığı'na gömüldü.
Çalışmaları
Yazmaya 17 yaşında başladı. İlk yazısı 1950'de, ilk öyküsü de 1952'de Seçilmiş Hikayeler Dergisi'nde yayımlanan Bilge Karasu, bireyin sorunlarına ağırlık veren, onun günlük hayatındaki açmazlarını işleyen bir yazardır. Her insanın hayatında en az birkaç kere kafasından geçirdiği ya da yaşadığı "sevgi", "dostluk", "yalnızlık", "tutku", "inanç/inançsızlık", "korku" ve "ölüm" gibi kavramları imgesel bir dille anlatır. Okuyucu günlük hayatına tanıklık ettiği hikayedeki kahramanda ya da kişilerde kendinden parçalar bulur. Böylece kullanılan imgeleri de rahatlıkla bilinçaltında kendi yaşamına göre şekillendirip yorumlar, hikayeyle okur arasında bir bağ oluşur. Çünkü Karasu, insanla/insanüstüyü, olağanla/olağanüstüyü yapaylığa düşmeden, metnin doğal akışı/hayatın da kurgusal akışı içinde verir. Okurun hayal gücünü bir noktaya kadar özgür bırakır. Karasu kelimelerini özenle seçer. Dili işlenmiş, üzerinde çok çalışılmış, oynanmış bir dildir. Kullandığı arı Türkçe başka yazarlarda yapay ve zorlama dururken, onun metinlerinde hoş bir tat bırakır. Çünkü ritim düşünülerek, ses düşünülerek, görsellik düşünülerek kurulmuş, kurgulanmış, kusursuz olması istenmiş bir dille yazılmıştır.
Türkçe edebiyatın en özgün kalemlerinden biri olan Karasu "Gece" adlı kitabıyla Amerika'da verilen "Pegasus Ödülü"nü kazanan tek Türk yazardır; bu ödülle birlikte kitapları İngilizceye çevrilmiş ve ABD'nin çeşitli üniversitelerinde romanı Türk edebiyatı üzerine konferanslar vermiştir.
Ölümünden önce yayınlanan kitabı Narla İncire Gazel (1995), ölümünden sonra 1996'da yayınlanan son kitabı ise Altı Ay Bir Güzdür.
Anısına
Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Merkezi 13-14 Aralık 2010 tarihlerinde Bilge Karasu'nun doğumunun 80, ölümünün 15.yılı dolayısıyla "Altı Ay Bir Güz" başlığı altında Uluslararası Bilge Karasu Sempozyumu düzenledi. Başkanlığını Talat Halman'ın yaptığı sempozyuma Bilge Karasu'dan ingilizceye yaptığı çevirilerle 2004'te ABD'nin en önemli çeviri ödülünü (National Translation Award) kazanan Aron Aji ve kimi kitaplarını Fransızcaya çeviren Alain Mascarou ile edebiyat dünyasından isimler katıldılar.
Bilge Karasu Kitapları - Eserleri
- Gece
- Ne Kitapsız Ne Kedisiz
- Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı
- Göçmüş Kediler Bahçesi
- Kılavuz
- Troya'da Ölüm Vardı
- Altı Ay Bir Güz
- Narla İncire Gazel
- Şiir Çevirileri
- Kısmet Büfesi
- Nasıl Yazıyorsam Öyleyimdir
- Susanlar
- Öteki Metinler
- Haluk'a Mektuplar
- Lağımlaranası ya da Beyoğlu
- İmbilim Ders Notları
- Jean ve Gino'ya Mektuplar - Lettres A Jean Et Gino
Bilge Karasu Alıntıları - Sözleri
- Sanat, o zaman, her şeyden önce bir tutum işiydi. Bir yenilik işiydi. Çerden çöpten de olsa çıkardı. (Öteki Metinler)
- -Yalnızlık zorunlu bir durum olmadığı zaman daha çok hoşlanıyor. (Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı)
- "Ama arada bir, inanılmaz şeyler de oluyor; olmasa, umut diye bir şey kalır mıydı zaten?" (Gece)
- Erkeklerle kadınlar yalnız kaldılar; Cançekişen kuşların açık gagalarıyla, düşlere dalarak.. (Şiir Çevirileri)
- Dile getirmek isteyip söylemekten çekindiklerimiz vardı. (Göçmüş Kediler Bahçesi)
- Her şeyi unutmak istiyorum. "Ne diyorduk en son?" (Narla İncire Gazel)
- "bekleyeceğim. sesini, sözünü, imgeni." (Haluk'a Mektuplar)
- ANILARIM SENİN GELECEĞİN OLUYOR, GERÇEKLİK DUYUSUNU YİTİRİP, UZAKTAN UZAĞA HEP SENİN SİVRİLDİĞİN BİR PUS İÇİNDE YAŞAMAĞA BAŞLADIĞIM ŞUANDA. SEN AĞAÇTAN SEN AĞACA KOŞUYORUM, ARADAKİ PUSARIK BATAKLIKTA AYRIŞIP YIVIŞAN GÜNLERİN HİÇLİĞİNDE. (Kısmet Büfesi)
- "Aynada tanıyamadığım ben. Binlerce parça. Artık ben de olmayan yüzbinlerce parça." (Gece)
- "Şimdi o atlasçiçeği saksılara sığmıyor." (Lağımlaranası ya da Beyoğlu)
- Acıyı düşünmek yetmez. Acıyı duymanın yetmediği gibi. Hem düşünmek, hem duymak gerekir. Her şey gibi, bir bakıma. Mutluluğunun olanaksızlığı biraz da bundan. Yalnız duyulsa, ya da, yalnız düşünülse, mutluluğa erişmek o kadar kolay oluyor ki. (Haluk'a Mektuplar)
- Alışmamız gerekenler: 1) Her bildiğimizi, her okuduğumuzu, karşımızda konuşanın da bilmesi, okumuş olması gerekmez. Oysa beğendiğimiz, değer verdiğimiz kimselerden bunu bekleriz, genellikle. Şu beklenti, acaba, 'ne'den kaynaklanıyor.? * Bilmediğimiz, bilmediğimizin farkına vardığımız bir konuyu, bir bilenin, bize 'derli toplu' anlatmasını, anlatabilmesini isteriz. Oysa, kabul etmekte isteksiz davrandığımız bir şey vardır: ''Toparlayıcılık'', ''derli toplu'' anlatmak işi, bir bakıma, ''konservecilik''tir. a) ''Toparlayıcılık'' konserveciliktir. b) Yaşayan düşünce; dilin içinde, bir adamın belli bir noktada (tarih, toplum, kültür v.b.) bir sezgiyi iletilebilir bir biçim içinde ''verebilmek'' için geçtiği yolların hepsini kapsayan bir ''yaşayan'' düşünce ile, değiş-tokuşa yarayan birtakım ''paralara'' dönüşmüş düşünce arasında doldurulamaz bir boşluk vardır. ba) Düşünceleri ''kaynağından'' okumak. bb) ''Daha kolay kavranabilir'' biçimdeki toparlayıcılık ya da özetleme göreceliği. 2) Her şeyi anlamak zorunda, değiliz. (Her şeyi bilmek, okumak..) 2a) Anlamak, bilmek, okumak, birtakım koşullara bağlıdır. Bu koşullar her zaman denetimimizde değildir. (Örneğin neler.?) 2aa) Denetimimizde olan koşullar ise, ancak kişisel, sürekli bir çaba ile ürün verebilir. Okumayı da, düşünmeyi de sürekli olarak öğrenmek, yetkinleştirmek zorundayız. Elimizden geleni öğrenmek, ona göre eylemek zorundayız. 3) Hiçbir düşünce her şeyi açıklayıp her şeye çare bulduracak değildir. Gitgide genişleyen kavrama çerçeveleri. Öğrendiklerimizin birbirine basamak oluşu. (Bir bakıma, bildiklerimizin sözünü etmek için, bildiklerimizi ''toparlamak'' için, çizdiğimiz yeni bir çerçeve; bildiklerimizi sığdıracak, temel düzeneği öne alacak, buna karşılık gitgide soyutlaşacak, bir alan. ''Konservecilik'' dediğim, bu süreç. Bunu kendi için kullanan adama yararlıdır bu. Ama başkasına aktarılacak şey bu olunca, doğrusu çok ''az'' şey aktarılmış oluyor. Yaşanmamış bir sürecin sonuçları pek ''zenginleştirici'' değildir..) (..) * Beklentilerimizi karşılamak için yapacağımız şey, gidip aramaktır. *** İm/bilim Bilim.. Bir bakıma, ''belli'' bir alana yönelmiş olan araştırmalar bütünüdür. (Bu tanımın eksiği çok ama, önemli noktaları..) Alanın belirlenmesi, ereknesnelerin seçimi, yöntemlerin seçimi pek çok etmene bağlıdır. O araştırmaların bize ''öğrettiği'' var, yarattığı olanaklar var; bunun yanı sıra neleri bilmediğimizin farkına vardırmak gibi bir yararı da var. Bilmediğimizi bilmediğimiz olanın bir parçacığı bilmediğimizi 'bildiklerimiz' arasına giriveriyor. (..) İmbilimle uğraşan herkesin anlaştığı önemli bir nokta var: İmbilim, kurulmakta, oluşturulmakta olan bir bilim niteliği taşıyor. (..) İmbilimin amaçladığı, kabaca söylendikte, anlam üretimi biçimlerinin, anlam üretim biçimlerinin düzenlenişinin incelenmesi, bu alanda biçimselleştirilmiş, niceleştirilmiş birtakım sonuçlara varılabilmesi. (Bu da imbilimi bir bilim haline getirmenin önemli bir adımıdır. Buraya giderken kendisine terimler arar.) (İmbilim Ders Notları)
- Birçok şey onun yüzünden olmuş gibi, oluyor gibi. Oysa kendini aldatmak boş bundan böyle. Olanlar onun yüzünden değil, onun yoluna bağlanmış görünen, bağlandığına inanan insanların kendi aralarında çekişmeleri yüzünden oluyor. (Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı)
- Kaza da, intihar da, cinayet de, dışarıdan içimize dalıvermesine engel olamayacağımız sert, hoyrat ellerdir; bizi darmadağın eden... Her zaman ölüm getirmese bile ölümün kaygısını getirir, bozulmayı değişmeyi getirir kazalar... (Susanlar)
- Durmaksızın öğrenmek gerekiyor; kendini tanımak, her günün değişikliğine kendini uyarlamak. (Ne Kitapsız Ne Kedisiz)
- Anılar, belli bir düzenin sağladığı anlamları taşıyabilir ancak. Notalar gibi; Anahtarı yazılmadıkça birtakım benekler olarak kalan... (Lağımlaranası ya da Beyoğlu)
- Yoksa yaşamak istediğini düşünmekten yaşadıklarının farkına varamayan alıklar mıyız? Bak, bu da hesaba katılacak, göz önünde tutulabilecek bir şey. (Haluk'a Mektuplar)
- Aldatmayı, ihanet etmeyi pek güzel bir biçimde ussallaştıranlar? Kopmayı başkasından bekleyenler? Ama hep öyle mi oluyor? (Altı Ay Bir Güz)
- İnsanlar dilediğince sevişiyor ya, gönülleri ne ölçüde doyuyor, kestiremiyorum. Hoş, gönül doyurmak bir yana biz etimizi bile doyuramıyoruz. Öyle görünüyor. Ya da... İkisini bir arada yürütmeye çalışıyor, başaramıyoruz. (Haluk'a Mektuplar)
- "Belledikleri kalıplarla konuşulmadıkça, ırzlarına geçildiğini sanan zavallılar da vardır." (Gece)
Editör: Nasrettin Güneş