Durgun Don 1.Cilt - Mihail Şolohov Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Durgun Don 1.Cilt kimin eseri? Durgun Don 1.Cilt kitabının yazarı kimdir? Durgun Don 1.Cilt konusu ve anafikri nedir? Durgun Don 1.Cilt kitabı ne anlatıyor? Durgun Don 1.Cilt kitabının yazarı Mihail Şolohov kimdir? İşte Durgun Don 1.Cilt kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Mihail Şolohov
Çevirmen: Gani Yener
Çevirmen: Mete Ergin
Orijinal Adı: Тихий Дон, (The Quiet Don)
Yayın Evi: Yordam Edebiyat
İSBN: 9786051722467
Sayfa Sayısı: 416
Durgun Don 1.Cilt Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)
Durgun Don, edebî dehası Tolstoy’la kıyaslanan Nobel ödüllü yazar Mihail Şolohov’un başyapıtıdır.
Ekim Devrimi’nde ve sonrasında yeni kurulan Sovyetler Birliği’nde iç savaş koşullarında yaşanan tarihsel olayları hikâye eden bu epik roman, büyük Rus roman geleneğinin 20. yüzyıldaki doruklarından biridir.
Büyük yıkım ve yoksunlukların ortasında insanlığa umut saçan yeni ve eşitlikçi bir sistemin kuruluşunu, sadece tarih, siyaset ve teori kitaplarından değil, Şolohov gibi usta bir yazarın canlandırdığı karakterlerle ve edebî anlatımın eşsiz keyfiyle öğrenmek isteyenler için de müthiş bir kaynaktır.
Bu büyük eser Türkçeye, üç çevirmenimizin ortak ve yoğun emeğinin bir ürünü olarak kazandırıldı. Mete Ergin ve Gani Yener’in birlikte yaptığı çeviriyi Hasan Âli Ediz Rusça aslıyla karşılaştırdı. Okurlar, Rus halk edebiyatı ile Rus klasik edebiyatını kaynaştıran Şolohov’un parlak edebî biçemini bu titiz çeviriden zevkle takip edecekler...
• • •
“Demek savaşa gidiyorsunuz askerler?”
“Evet dede, savaşa gidiyoruz.”
“Türk Savaşına benzemeyecek bu galiba, hiç sanmıyorum benzeyeceğini. Şimdiki silahlar başka!”
“Hepsi bir. Hepsi de aynı bokun soyu. O zamanki silahlar nasıl adam öldürdüyse, bu seferkiler de öldürecek.”
Durgun Don 1.Cilt Alıntıları - Sözleri
- "Koca dediğin sülük değildir, ama yine de insanın kanını kurutur."
- "Yaşam, yazılı olmayan yasalarını ister istemez insanoğluna kabul ettirir."
- "Çirkefe laf atmazsan üstüne sıçramaz!"
- "Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret. Bazen kendi kendime, acaba bir insanı ısırsam kudurur mu, diye sorduğum oluyor."
- "Bela geldi mi, hiçbir zaman tek başına gelmez."
- "Tok açın halinden anlamaz."
- Tolstoy Günlük ‘ünde “ Sanatın başlıca amacı, insan ruhu üzerinde gerçeği söylemek, insan ruhuyla ilgili, basit insanların söyleyemeyeceği sırları söylemektir,” diyor.
- " Bilinmeyenin ağırlığı altında kalmış , önünde açılan yeni hayattan korkuyordu."
- Bizleri, insanoğlunu birbirimize karşı çıkardılar; kurt sürülerinden beter. Ne yana baksan nefret.
- Hayatta kendinden esirgeyemediği tek bir şey vardı: Kitap. İş kitap satın almaya geldi mi akan sular dururdu. Severdi okumayı.
- Herkesi memnun edemezsin bu dünyada.
- Sana gözüm gibi bakarım, seni severim. Bizim adamlarımız var, onlar çalışır, sen pencerenin kenarında oturup kitaplarını okursun.
- Tolstoy Günlük ‘ünde “ Sanatın başlıca amacı, insan ruhu üzerinde gerçeği söylemek, insan ruhuyla ilgili, basit insanların söyleyemeyeceği sırları söylemektir,” diyor.
- " Aziz bir misafiri bekler gibi bekliyorum ölümü ."
- Aşkımı yaşayacağım, şimdiye kadar işlemediğim halde acısını çektiğim bütün günahları işleyeceğim!
Durgun Don 1.Cilt İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Ve Durgun Akardı Don...: Küçücük spoiler olabilir. 1910’lu yıllar… Don Nehri kenarında Kazak bir aile olan Melehovlar sıradan bir hayat sürer. Ta ki; oğulları Gregor, komşuları Stepan’ın karısı Aksinya’ya gözünü dikene dek. Buradan sonra iş bambaşka hal alır. Gregor’un yaptıklarını doğru bulmayız ama hissederiz onu. Onun insan olduğunu anlarız, hata yapabilen bir insan. Okurken sanki hep yaptıkları doğru gibi görürüz –birçok yanlışı olsa da- . Şolohov’un yarattığı karakterlerin hepsine ayrı üzülürüz. Yanında hissederiz, gözlerimiz buğulanır acıdan. Gregor, Aksinya’yla birlikte olduktan sonra, haberler köye yayılır. “Geleneksel yaşayan ve dini bütün insanların” bulunduğu köylerde, böyle aşk ilişkilerini yaşayanlar topa tutulur. Hakkında söylenmedik söz kalmaz, utanılacak insan olup çıkarlar. Ama madalyonun öbür yüzünden bakmayı düşünmeliyiz. Evet, Aksinya evli. Gregor’la yaşadığı ilişki ne kadar doğru tartışılır. Küçük yerleşim yerlerinin sorunu bu. Şehirlerde baktığınızda böyle bir durumda Aksinya’nın boşanması, ardından Gregor’la birlikte olması normaldir. Ama köy gibi yerlerde bu mümkün değildir. Köy hayatını bilenleriniz vardır, Aksinya’nın, Stepan’a “Senden boşanacağım,” dediğini, “Gregor’la yaşayacağım.” dediğini düşünebiliyor musunuz? Bir kere insanlar ona ‘orospu’ gözüyle bakmaya başlamışlar, ağzıyla kuş tutsa fayda etmez. Kendi uydurdukları geleneğin dışına çıkanı sevmezler. Sevdiğinle birlikte olamazsın, ailen karar verir. Tabii bu olay duyulduktan sonra hemen Gregor’u evermeye çalışırlar. İşte everdikleri kişi de Korşunovlar’ın kızı Natalya’dır... Gregor, Natalya ile evlenir. Bir süre normal hayatına dönmüştür ama sevgi yoktur. Gregor, Natalya’yı sevmez. Aklı Aksinya’dadır. Sonra ne mi olur? Hiçbir suçu olmayan Natalya’nın gözyaşları… Yukarıda, kitabın ilk yarısını anlattım. İkinci yarıda, savaş ön plana çıkıyor. Yıl olur 1914. Avusturya veliahtı vurulur. Savaş resmî olarak başlar. Genç delikanlılar cephede yerlerini alır. Gregor da gidenler arasındadır. Şolohov, karakterleri öyle benimsetir ki, istediği kadar kötü olsun, hiçbirine bir şey olmasın isteriz. Savaşı atlatsın, dönsün… Savaşa gitmeyenin savaşı anlaması mümkün değil. Başınızın yanından kurşun geçmesi başka, bunu okumak başka. At başındayken arkanızdan makineli tüfeğin taramasını duymak başka, bunu okumak başka. İstediği kadar detaylı, gerçekçi anlatsın; savaş, okumayla anlaşılmaz. Ama, anlamaya çalışmak gibi bir çabamız vardır, bunu bize iyi anlatan yazarları severiz. Şolohov’un eserini bu kadar değerli kılan da budur. Yaşananları film gibi izleriz. Kılıç darbesiyle yanağındaki derisi uçan askerler, kafası ortadan ikiye yarılan erler. Patlayan bombayla belden aşağısı kopan askerin; toprakta kıvıl kıvıl yayılan bağırsaklarının geceye yayılan kokusu… Ve ‘son’ dileği: “Kardeşler, öldürün beni… Kardeşler!.. Neden durup bakıyorsunuz?.. Ah!.. Ah!.. Kardeşler, öldürün beni!” Vurulup, atların altında ezilenlerin haykırışları: “Kardeşler, beni bırakmayın. Şu atın altından kurtarın beni, kardeşler…” Cephe gerisinde edilen sohbetler: “Bugün ateş altında kaldığımız vakit dehşetten titredim; düşmanı görememek beni deli ediyor. Bu acayip hissin korkudan hiçbir farkı yok. Sana beş on verst [1 verst= 1,06 km] öteden ateş ediyorlar, sen de bozkırda peşine avcı düşmüş toy kuşu gibi kaç kaçabilirsen!” “Bütün ömrüm cephede geçiyor; dövüşmekten, ölümü sırtımda taşımaktan gına geldi.” Gözleri yaşlı bekleyen ailelere gelen ölüm mektupları… Umutla bekleyen babaların hüngür hüngür ağlaması… Eşlerin bayılması… (Okuyanlar, buraların pek spoiler olmadığını anlarlar.) Biz insanlar, bu acıları çekmek zorunda mıyız? Gözlerimizde her daim korku bulutu dolaşmalı mı? Bu bulutlar sürekli yağmurunu akıtmalı mı? Halka ne dendi, çar için savaşın! Padişah için savaşın! Ama olan neydi, gencecik oğlanlarımız neden ölüp gittiler? Ufak kızların gözleri neden yaşlı kaldı? Birilerinin hırsından… Para hırsından, güç hırsından, tekelleşmeden. İş dönüp dolaşıp yine kapitalizme geliyor. Emperyalizm, kapitalizmin en üst evresidir. Öncesinde kapitalistler kendi işçilerini sömürürdü. Bununla doymadılar, başka ülkelerin topraklarını, madenlerini, işçilerini sömürmek istediler. Gözyaşlarımız bu yüzden aktı. Güzel gözlü çocuklarımız bu yüzden yetim kaldı. İki devletin suçsuz erleri birbirlerini vururken, kapitalistler şerefine kadeh kaldırdı. Bıkmadık mı birbirimizi öldürmekten? Gelmedi mi süngüyü patronlara çevirmenin vakti? Ne diye suçsuz gençlerin anaları ağlıyor yıllardır? “‘Bana şunu söyle sen. Savaş bir kısım insanlara yarıyor, bir kısmına yaramıyor, değil mi?’ ‘Eee, ne olacak?’ diye esnedi Garanja. Gregor, gözleri öfkeden ateş saçarak, ‘Dur, bitmedi daha!’ diye fısıldadı. ‘Bizim, zenginlerin çıkarları için savaşa sürüklendiğimizi söylüyorsun. Peki ya halk? Onlar anlamıyor mu bunu? Onlara bunu anlatacak, 'Kardeşler, siz işte bunun için ölüyorsunuz,' diyecek bir kimse yok mu?’ ‘Nasıl söyleyebilirler? Sen bana bunu söylesene! Sen söyledin farz edelim. Bak şurada oturmuşuz, sazlıklar arasındaki kazlar gibi fısıldaşıyoruz, biraz yüksek sesle konuş da gör kurşunları nasıl yiyorsun.’” (401. Sayfa) 402. sayfada da şöyle bir alıntı bulunuyor: “Doğru, savaş ezelden beri devam ediyor ve bizler kötü hükümetleri ortadan kaldırmadıkça da devam edecek. Ama her hükümet, halkın hükümeti olunca savaş da ortadan kalkacak. İşte yapılması gereken şey de budur. Tanrı onların hepsini kahretsin; yapılacaktır da bu! Almanların da, Fransızların da, bütün ulusların da hükümetleri halk ve köylü hükümeti olunca savaşmak için bir neden kalır mı ortada? Sınırlar yok, nefret yok! Bütün dünyanın üzerinde bir tek mutlu yaşam. Ah!.. " Açık bir komünizm hayalinden bahsediliyor. Ortada ne sınır, ne devlet, ne patron… [Buradan sonrası kapitalizm eleştirisi olacak :))] Savaşlar nasıl sona erer? Devletlerin yok olup gitmesiyle. Devletler nasıl yok olur? Kapitalizmin yok edilmesiyle. Lenin’in dediği gibi: “Devlet, artık hiçbir kapitalist, hiçbir sınıf kalmadığında, dolayısıyla da baskı altına alınabilecek hiçbir sınıf kalmadığında, yok olup gider.” Engels de devleti şöyle tanımlıyor: “Eski çağda köle sahiplerinin devleti, Orta Çağ’da feodal soyluların devleti, günümüzde burjuvazinin devleti. Sonunda gerçekten de tüm toplumun temsilcisi haline geldiğinde, kendi kendisini gereksiz kılar.” Sadece Avrupalılar, Amerika kıtasını sömürmek için 100 milyondan fazla insan öldürdü. I ve II. Dünya Savaşlarında ise 90 milyon insan öldü. (Sanki hep eskilerden bahsediyormuşum gibi geliyor ama daha 2003’te Irak’ı işgal eden ABD çeşitli kaynaklara göre 1-3 milyon insanı öldürdü. Petrolleri de ceplerine attılar. Bu sömürgecilik değil midir?) Peki güzel konuşuyorsun da, kapitalizmden önce sömürü yok muydu? Vardı tabii, bunu reddetmiyoruz. Sömürü, yüzyıllardan beri şeklini alarak kapitalizme büründü. Kapitalizm ise emperyalizm olmayı arzuluyor. Başarıyor da. Az önce alıntıda, belden aşağısı kopan birinden bahsetmiştim. Üzülerek okuduk, fakat sömürü yüzünden ölen yüz milyonlarca insandan biriydi o. Evet, 1’i. Marx’ın ‘geliştirdiği’ artı değer teorisine göre, günlük 12 saat çalışıyorsak bunun hepsinin karşılığını alamıyoruz. Patron, bizden 12 saatlik çalışma gücümüzü satın alıyor. Varsayalım ki 6 saati bize maaş olarak veriliyorsa, kalan 6 saati patron için çalışıyoruz. Patron kendisine Porsche alsın diye günümüzün 6 saatini vermek zorunda mıyız? Küçük bir hesapla, 40 yıl boyunca çalışan bir emekçi, hayatının 6,5 yılını patronu için harcıyor. Emekçilikten kendinizi soyutlamayın, eğer senin sermayen yoksa, patronun varsa sen de emekçisin. Evet, sen de sömürülüyorsun. Evet, senin de hayatının 6,5 yılı o burnu kalkık patronun rahat yaşasın diye gidiyor. Son 1 yıl içerisinde Türkiye'de 176 bin işçi KOD 29 (İşveren tarafından ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davranış nedeni ile iş akdinin feshi) bahanesiyle işten çıkarıldı. Aileleriyle birlikte 600 bin kişi açlığa terk edildi. 1900’lerde değil. Evet, 2020’de. Ah, patronlar. Vah, patronlar… Konu nerelere geldi... Amma uzattım be. Demek istediğim şuydu: Savaş sonrası okunan ağıtlar, geleceğimizin riskte olması; kapitalizm yüzündendir ve kapitalizm oldukça bunlara şaşırmamamız gerekir. Burjuvalar bizden çaldığı sürece, sınıfsız toplum hayalimiz sürecek… (Emir)
Zişan, sizi unutmayacaktır!: Yazar, önce doğayla, coğrafyayla tanıştırıyor bizi. Biliyor ki insanı tanımamıza, çözmemize, anlamamıza coğrafyanın büyük bir katkısı var. İnsan elinin verimleştirmeye çalıştığı bozkır topraklar, yaşamlarının bir parçası olan Don nehri, hasat zamanları; atlar, büyüleyici ve bir o kadar gerçekçi bir şekilde tasvir ediliyor ve bu saydıklarımın hepsi insanı etkisi altına almakla beraber girdisini, çıktısını da insana mâl ediyor. Kitaba başladığınızda kuzey rüzgârı hafifce yüzünüzü okşuyor. Daha sonra kendinizi Don Nehri'ni kendilerine mesken edinen ve bir nevi onu kutsallaştırıp kuşatan Tatarski köyünde buluyorsunuz. Don Kazaklarının arasına karışıp onlarla yaşamaya başlıyorsunuz. Sonra nelere mi şahit oluyorsunuz? Gelin hep beraber bakalım!! Don Kazakları da 'Tekdüze' diyebileceğimiz bir yaşam sürdürmektedirler. En azından öyle görünüyor. Fakat insanın kendisi karmaşık bir yapıya sahip olduğu için 'Tekdüze' kelimesini es geçebiliriz... Melehov ailesi üzerinden ilerleyen kitap tüm insanlığı barındıran ve ilgilendiren konuları ele almaktadır. Örneğin; Aile ilişkilerini, komşuluk ilişkilerini, kadın-erkek ilişkilerini; hatta ensest ilişkilere bile değinmektedir. Çünkü o insanı anlatmaktadır. Bunlarla paralel olarak Kazak halkının gelenekleri ve yaşantıları hakkında da bilgi edinmeye başlıyoruz. Şolohov'un kişilerin ruh hallerini anlatmaktaki ustalığı, insan hakkında bilinmeyen bir sürü psikolojik, duygusal yönünü ortaya sermektedir. Sonra ne mi var? Rusya, dönemin genel ortamı, havası; yönetimi, yöneticileri (Çarlık Rusya ) Sınıfsal nefretin tohumlarının yeşerdiği, halkın bilinçsizce yönlendirildiği; düşünmekten, eleştirmekten yoksun bir toplum. Sosyalizm'in yavaş yavaş filizlendiği fakat bastırılmaya çalışıldığı bir ortam. Ekonomik eşitsizliğin, zorbalığın, riyakârlığın kol gezdiği bir ortam... Güçlünün sözünün geçtiği, haklının ezildiği bir ortam. Sonra savaş (Birinci Dünya Savaşı.) Burjuvazi kesiminin yan gelip yattığı, yoksul halkın evladının kurban edildiği savaş. Savaşın tüm vahşeti, asıl yüzü resmedilmiştir. Savaş illeti halkı huzursuz etmiş, evinden etmiş daha sonra da canından etmiştir. Fakat bu savaş niçin yapılmaktadır, biz kimin uğruna, niçin savaşmaktayız? Bu sorular sorulmuyor ve halk (Kazaklar) bilinçsizce ilahileştirdiği yönetici uğruna can almayı ve can vermeyi kutsal sayıyor. Neden? Not: Yazdığım inceleme, devede kulak misali. En iyisi siz bu kitabı okuyun, okuyun ki kusursuza yakın olanı tanıyın. :)) (Zişan)
Edebi dehası Tolstoy ile kıyaslanan Nobel ödüllü yazar Mihail Şolohov ile tanıştım. Ve bu tanışıklığımız da uzun sürecek gibi. Okumuş olduğum başyapıtıyla beraber, beni fazlasıyla içine çeken bir kurgunun ortasında buldum kendimi. Tarihin yaşanan gerçeklerini düz bir anlatımla sayfalara dökseydi, bu kadar okunmaz ve sevilmezdi belki. Yarattığı karakterler ve oluşturduğu olay örgüsüyle birlikte tadına doyamayacağınız bir romana kavuşmanın lezzeti, edebiyatı neden çok sevdiğinizi size bir kez daha hatırlatıyor sanki. Büyük bir yazar bu dünyadan göçüp gittiğinde, ruhu başka bir insanın içine girip o insanda ''yazma'' dürtüsüne neden oluyor mudur sizce? Tolstoy öldüğünde Şolohov beş yaşındaymış. Belki de Tolstoy'un ruhu Şolohov'u buldu ve böylece biz okurlar da mükemmel bir kitapla, ''Durgun Don''la, tanışmış olduk diyebilir miyiz? Neden olmasın. Toplam da dört ciltten oluşuyor Durgun Don. Bu inceleme de birinci cilt içindir. Çarlık döneminden bir kesitin içindeyiz; Don Nehri ile kaynaşmış ve bu nehirle iç içe geçmiş, özümsemiş Don Kazaklarının yaşantı tarzlarıyla başlıyor kitap. Başlangıç için iyi bir seçim bence. Direk savaşlardan ve devrimlerden olaya girseydi, okuru bir tık kendisinden uzaklaştırabilirdi Şolohov. Takvimler de 1910'ları gösteriyor henüz. İnsanı en iyi nasıl anlarız? Ortada bir dönem hikayesi ve yaşantı kurgusu varsa ''coğrafya'' altı çizilmesi gereken en önemli şeydir bir kitapta. Şolohov'un yerinde ve akıcı betimlemeleriyle birlikte Don Kazaklarının yaşadığı ve dokunduğu yerler gözlerimizin önüne seriliyor. Kısa ve öz betimlemelerle okuru doğal bir anlatımla büyülüyor yazar. Sıradan bir dokunuşla da büyülenebiliyoruz demek ki. Anlattığı coğrafya ile Don Kazaklarının da portresini çizen Şolohov, okuru bunaltmadan insan ruhunu dürüstçe yansıtan cümleler yokuşunu süratle tamamlamanıza ve keyif almanıza neden oluyor. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Don Kazaklarının hikayeleri içinde kayboluyoruz; gelenekleri ve görenekleri büyük bir bölümü kapsıyor. Aile ilişkilerini ve birbirleriyle olan iletişimlerini, yetiştirilme tarzlarını, alışkanlıklarını her karakterin penceresinden izliyoruz ve öğreniyoruz da. Karakter ve mekan bolluğu burada hoşunuza gidecek ve sizleri yormayacaktır. Kadın ve erkeklerin dünyaları bu yaşantı içinde apayrı uç noktalarda. Kadınların ''cinsel obje'' olarak görülmesinde bunun payı çok fazla. Kadınlar da bu durumu kabullenmiş ve normalleştirmişler. Bir ''kadın dayanışması'' gibi bir durum söz konusu değil, erkeklerde de öyle bir birleşme gücü yok. Sinirli ve gergin bir halk ve bunun da birçok nedeni var. Mesela çiftçilik en önemli şey onlar için. Bu mesleğin yanlışı, hatası olamaz onlara göre. Atların ve hayvanların bakımı ve yaptıkları balıkçılıkla günleri yoğun bir tempoda geçip gidiyor. Ve bu yoğunluk hali devam ederken ne kadar genç erkek varsa Çarlık emriyle askeri eğitimlere alınıyor. Çünkü dünya iyi bir yer değil. Olası her savaş tehdidine karşı kullanabilecekleri ''vurucu'' silahları var: Don Kazakları. Bu kadar ağır ve stresli bir yaşantıya rağmen eğlenmeye düşkünler ve neşelenmek için de uygun havayı yaratmayı ustalıkla başarıyorlar diyebilirim. İnsan psikolojisinin çarpıcı örneklendirilmeleri, her karakter için yukarıda bahsettiğim temalar üzerinden yoğun ve derin analizlerle sunuluyor. Şolohov sizi güldürürken bir anda üzebiliyor, sonrasında da şoka sürükleyebiliyor. Usta kalemi size her çeşit duyguyu ve düşünceyi hissettiriyor ve elinizden bırakasınız gelmiyor bu kitabı. Tavsiyem ''Tolstoy'un Savaş ve Barış'' kitabını okuduktan sonra Durgun Don'u okumanızdır. Kitap içinde bahsettiğim bu dev klasikten bir kesit vardı ve o anları bana tekrar yaşattığı için Şolohov'a teşekkür ettim. Savaş karşıtı ve epik bir trajedi örneği olan bu kitabı okumanızı da içtenlikle tavsiye ediyorum. Yayım yeri: https://wannart.com/icerik/32917-nobel-odullu-mihail-solohovun-basyapiti-durgun-don-cilt-1-hakkinda (Sultan)
Kitabın Yazarı Mihail Şolohov Kimdir?
Mihail Aleksandroviç Şolohov, 1905'te Don Bölgesi'nde, Viyesenskaya'nın Krujilino köyünde Rusya’da doğar. Annesi bu köyden bir Kazaktır. Babası Orta Rusya'nın Riyazan Bölgesi'nden Don kıyılarına yerleşmiş biridir. Sholohov lisedeyken; I. Dünya Savaşı başlar, bunu 1917 Ekim Devrimi ve iç savaş takip eder. 16 yaşındayken, devrimcilerin yanında savaşa katılır. İç savaş sona erdiğinde, bir süre; hamallık, taşçılık, ilkokul öğretmenliği ve gazetecilik yapar. Yazmaya 17 yaşında başlar. İlk hikâyesi Doğum Lekesi’ni 19 yaşında yazar. 1922 yılında Moskova’ya gider ve gazetecilik yapar. Test adlı makalesi yayımlanır. Fakat geçimi için gazetecilik yeterli değildir. Bu dönemde taş işçisi, rıhtım işçisi ve muhasebeci olarak da çalışır. 1924’de Veşenskaya’ya geri döner ve kendini tamamen yazmaya verir. Aynı yıl Mariya Petrovna Gromoslavskaya ile evlenir. Bu evlilikten iki kız, iki de erkek çocukları olur.
İlk kitabı, 1. Dünya Savaşı ve İç Savaş yıllarındaki Kazakları anlatan Don Hikayeleri, 1926 yılında basılır. Aynı yıl Ve Durgun Akardı Don -Durgun Don diye de bilinir.- adlı romanını yazmaya başlar. Bu romanı yazması 14 yılını alır ve Stalin nişanı ile ödüllendirilir. Bu roman Sovyetler’de zamanın en çok okunan yapıtlarından biri olur ve 1965’de Nobel Edebiyat Ödülü alır. Bitirmesi 28 yılını aldığı Uyandırılmış Toprak adlı romanı ile de 1954 yılında Lenin Nişanı’na layık görülür. Bu roman Yarınların Tohumu (1932) ve Don’da Hasat (1960) olmak üzere 2 kısımdan oluşmaktadır. Bu romanda da kollektivizmin uygulandığı yıllardaki günlük hayatı yansıtır. 1957’de yazdığı kısa hikâyesi İnsanın Kaderi (Sudba çeloveka) film olarak da çekilir.Vatan için dövüştüler isimli eseri bitirilememiştir.
II. Dünya Savaşı boyunca Gerçekler (Pravda) Gazetesinde savaş hakkında yazılar yazmıştır. 1956-1960 yılları arasında toplu eserleri sekiz kitap olarak yayımlanır. Şolohov, Aleksandr Solzhenitsin tarafından Ve Durgun Akardı Don adlı romanında çalıntı yapmakla suçlanmıştır. Delil olarak da eserle yazarın diğer yapıtları arasındaki kalite farkını göstermiştir. Şolohov kendini romanın taslaklarını göstererek ispatlayabilirdi. Ancak tüm taslakların II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından yok edildiğini belirtti. 1984 yılında monograf Geir Kjetsa bilgisayar yardımıyla romanda yapılan incelemelerin sonucunda Ve Durgun Akardı Don adlı romanın Şolohov’un eseri gibi göründüğünü söyledi. Daha sonra da 1987’de de romanla ilgili yazara ait binlerce not, taslak bulundu.
Şolohov 21 Şubat 1984’de, Rostov ilinde hayata gözlerini yumar. Mezarı Don nehri kıyısındaki Veşki köyündedir..
Şolohov 1932’de SSCB Komünist Partisi'ne, 1939’da SSCB Bilimler Akademisi’ne üye oldu ve yine 1939 yılında da Seçkin Sovyet unvanı aldı. 1959’da Sovyet Başkanı Nikita Kuruşkev’e Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri gezisi sırasında eşlik etti. 1961’de SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi'ne seçildi. İki kere Sosyalist Kahramanlık Madalyası ile ödüllendirildi. Sovyet Yazarlar Birliği'nin yardımcı başkanlığını yaptı.
Eserleri
Ve Durgun Akardı Don - Durgun Don
Uyandırılmış Toprak
Don Kıyısında Hasat
Don Öyküleri
Vatan İçin Döğüştüler
Mavi Bozkır
İnsanın Kaderi
Mihail Şolohov Kitapları - Eserleri
- Uyandırılmış Toprak Cilt 2
- Ve Durgun Akardı Don - 2. Cilt
- Ve Durgun Akardı Don - 3. Cilt
- Ve Durgun Akardı Don - 4. Cilt
- Don Hikayeleri
- İnsanın Yazgısı
- Savaş Esirleri
- Mavi Bozkır
- Uyandırılmış Toprak Cilt 1
- İlyuşa
- Vatan İçin Dövüştüler
- Kin ve Sevgi
- Alyoşka'nın Yüreği
- Don Kıyısında Hasat 1
- Don Kıyısında Hasat 2
- Don Kıyısında Hasat 3
- Don Kıyısında Hasat 4
- Durgun Don
- Yaşam Bu mu?
- Durgun Don 1.Cilt
- Yazarın Sorumluluğu
- Seçilmiş Əsərləri
- Durgun Don 1.Cilt
- Durgun Don 2.Cilt
- Durgun Don 3.cilt
- Durgun Don 4.cilt
Mihail Şolohov Alıntıları - Sözleri
- "Ama bir de sen kendin karar ver. Acı çekmesi gereken yalnız ben miyim bu dünyada?" (Durgun Don)
- Kiminin talihine mutluluk düşer, kimininkine mutlulukçuk ... (Alyoşka'nın Yüreği)
- Gelecek, benim için geçmişimden beter olamaz. (Ve Durgun Akardı Don - 4. Cilt)
- "Artık ölümden korkmuyorum. Bütün korkum, öte dünyada, şarkıda olduğu gibi birbirimizi tanımayacağımızdır. Sen de ben de orada olacağız Feodor ama birer yabancı gibi karşılaşacağız... Ben bundan korkuyorum!" (Durgun Don)
- "Biz bütün insanların kardeş olmalarından yanayız." (Ve Durgun Akardı Don - 3. Cilt)
- “…üç kere lanet sana,lanetledim seni…Eğer bir daha birbirimizi göremeyecek olursak ne ala,cehennemin dibine kadar yolun var.” (Don Hikayeleri)
- bunca okumuş yazmışlığınız var, siyasetten yana bu denli bilgisiz olmanıza şaştım doğrusu! (Durgun Don 2.Cilt)
- . Güneş batarken ilk don belli belirsiz tuttu. Nilüferlerin yaygın yaprakları üzerine gümüşî bir ışıltı serpti don, ertesi sabah erken erken, suyla işleyen değirmenin dolabında mika gibi, çeşitli renklere bürünmüş incecik buz tabakaları gördü Lukiç. . (Don Hikayeleri)
- Burada, şu çitin üstünde oturmak,sessizlik ve yalnızlık içinde tek başına kalmak,eski asker pantolonumu çıkarabilmek,yolda ıslanmış saçlarımı güneş ve rüzgarda kurutmak ve şu solgun mavi gökte dalgalanan dolgun bulutları seyretmek ve hiçbir şey düşünmemek ne hoştu. (Yaşam Bu mu?)
- "bir insan mutluluğu kadar güzelsiniz." (Durgun Don)
- "Silahlarınızla kurşun sıkıp atlarınızın üstünde çalımınan dolaşmak hoşunuza gidiyor. Ama biz analar n’olacaz, biz? Ölenler bizim evlatlarımız değil mi? Savaşınız da batsın, siz de batın inşallah, emi!” (Ve Durgun Akardı Don - 3. Cilt)
- .
<< ......İnsan yüzüne hasret kaldın demek, ha?>>
<
> < > . (Don Hikayeleri) - Başkasının bitinin hesabını tutma sen ! Kendininkiler yeter ! Kendin ekmek dilenirken başkasının babasına laf ediyorsun. (Alyoşka'nın Yüreği)
- "Insan birlikte çarpışır ama yalnız ölür " (Vatan İçin Dövüştüler)
- "Üzümlü kek gibi mübarek kadın, yalnız üzümleri çıkartılmış işte. Tam bana göre!" (Durgun Don)
- Bazen, gece uyku tutmadığında, boş gözlerle karanlığa bakıp düşünür insan! "Yaşam beni böyle niye yıktı? Niye bu kadar perişan etti?". Bu soruya ne karanlık yanıt verir, ne de açık, pırıl pırıl bir güneş... Yanıt beklemek de boşuna! (İnsanın Yazgısı)
- Toprak için, yoksullar için çarpışmaya gidiyorum, herkes eşit olsun diye çarpışacağım, ortalıkta ne zengin, ne de yoksul kalsın diye... Herkes eşit olsun diye. (Mavi Bozkır)
- Tanrı bizi dostlarımızdan korusun, düşmanlarımızın hakkından nasıl olsa geliriz. (Ve Durgun Akardı Don - 2. Cilt)
- Kadın dediğin çok ciddi bir konudur! Hayatta birçok şey kadına bağlıdır! (Uyandırılmış Toprak Cilt 1)
- "Kimi zaman uyayamazsın geceleri; boş gözlerle karanlığa 10 dalar gidersin :"Yaşam, nasıl da savurdun beni böyle ? Neden sürdün beni böyle ordan oraya?"Ve yanıt alamazsın, ne karanlıktan, ne aydınlık günden... Yanıt veren olmaz, yaşadığın sürece de olmayacaktır." Sen aşağı in de su kenarında oyna oğul. Akan suda her zaman birşeyler bulunur. (Kin ve Sevgi)