dedas
Turkcella

Bulantı - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Bulantı kimin eseri? Bulantı kitabının yazarı kimdir? Bulantı konusu ve anafikri nedir? Bulantı kitabı ne anlatıyor? Bulantı kitabının yazarı Jean-Paul Sartre kimdir? İşte Bulantı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 01.03.2022 00:00
Bulantı - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Jean-Paul Sartre

Çevirmen: Selahattin Hilav

Orijinal Adı: La Nausée

Yayın Evi: Can Yayınları

İSBN: 9789755102108

Sayfa Sayısı: 260

Bulantı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

20. yüzyılın önde gelen aydınlarından Jean-Paul Sartre, romanları, oyunları ve düşünce yazılarıyla varoluşçuluk düşüncesini olduğu kadar bütün bir yüzyılı da derinden etkilemiştir.

Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938'de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin'in kendi bedenine de yönelikti.

Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre'ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. "Varoluş"la yüz yüze gelen Roquentin'in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. 20. yüzyıl roman sanatında da önemli bir yeri olan bu kitabı, Selâhattin Hilâv'ın usta işi çevirisiyle sunuyoruz.

Bulantı Alıntıları - Sözleri

  • "...insanın gizlisi saklısı olurmuş, ruh hali değişirmiş, bazı duygular anlatılmazmış..."
  • "...düşünmemek... düşünmemek istiyorum: düşünmemek istediğimi düşünüyorum."
  • "...iki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki de tanımıyor."
  • ,, Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim. ,,
  • "Yoğun bir sıkıntı var içimde, varoluşun ta kendisi bu, beni yapan ham madde yani..."
  • Yapayalnızım, ama bir kente yürüyen ordu gibiyim...

Bulantı İncelemesi - Şahsi Yorumlar

Kim fırlattı ulan bu dünyaya bizi!: VAROLUŞÇULUK VE BULANTI ÜZERİNE YAZILMIŞ BİRKAÇ MAKALE DERLEMESİ AYRICA BENİM BİRİCİK BULANTIM (sonuna kadar okuyana sürpriz var) Kısıtlı zamanım yüzünden usta yazarların(:D) yaptığı gibi ucuz metinlerarasılık numaralarından birinin yapıp kendi incelemelerimden bazı kısımları buraya da ekleyeceğim. Postmodernita bunu gerektirir çünkü. Bir çünkü de yaşamın tekrarlardan oluşmasından. Belki de tekrarların tekrarlarının tekrarından oluşmasından. Modern insan için var olmak, yüce bir anlamdan yoksun, hiç bulunmayacak da olsa anlama arayışının sürdüğü bunalımlı bir varoluştur. Kimileri bu varoluş şuurunun hiçbir zaman farkında olamayacaktır -ki bunlar nispeten şanslı kişilerdir-(“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor” dedi. Evet evet doğru bu.) kimileri de bu şuura ermiş, varoluşun dayanılmaz ağırlığını omuzlarında hissetmekte ve kendisi gibi saçma, dünyaya fırlatılmışlığını anlamlandıracak “aşkın” bir varlığın olamayacağını düşünmektedir. J.P. Sartre’ın “bulantı” dediği bu durum varoluşun şuuru ile başlamakta ve varlığının sonuna dek orada durmaktadır. Varlığını kendinden aşkın bir varlıkla anlamlandıramayan varlık için tek yol kendini yaratmasıdır. Her insan kendini yaratmak durumunda olduğu için bu sorumluluğun omuzlarımıza yüklenmesi bulantıyı da beraberinde getirecektir. Ancak bu bulantı bizi kendimizi yapmaktan alıkoymadığı gibi aksine varlığı harekete geçiren, hareketle birleştiren bir bulantıdır. Bu durumda kendimizi yaratma yolunda daima bir bulantı içindeyizdir. Bulantı hayatın geçici olmayan tatlarından biridir çünkü beni ben yapar. Peki, insanın kendini yaratması mümkün müdür? Elbette. Peki, bu yaratma süreci bir hastane odasında başlayıp belki yine bir hastane odasında sona erecek “belirlenmiş” hayatımız ile saatlerin arasına sıkıştırılarak hızın kölesi haline getirilen yaşamlarımızda mümkün müdür? Elbette bu da mümkündür. Ne istediğini iyi bil belki de istediğin şey senin için hiç de iyi değildir, diyen anlamca basit görünüm itibariyle varoluşsal olan bir rap sözünü akla getirerek bu yaratma sürecinde doğru olanı nasıl seçeceğiz? Cevap: deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-yine bulantı. Neyse çok derine inmeye gerek yok. Alt tarafı basit bir bulantı denklemi. Şimdi bu bulantı’nın biraz felsefi tarafına bakalım ama önce edebiyatın ilerlemesine bakmamız lazım. Ki resmi iyi görelim. Edebiyat uzun yıllar boyunca “Yalnızca gözümle gördüğümü yazarım ben” anlayışıyla varolmuştur. 19.yüzyıl gerçekçi/yansıtmacı/klasik edebiyatı mimetik, yani gördüğümüz gerçeğin bize olduğu gibi anlatılması, estetiğine dayanır. Bu anlamda edebiyat bireyin içine doğru değil dış dünyaya doğrudur. Kahramanın iç düşünceleri önemli değildir. 20.yy itibariyle “gerçek”lik anlayışı da değişmeye başladığı için klasik/yansıtmacı edebiyat yavaş yavaş geçerliliğini yitirmektedir. Gerçek artık somut bir olgu olarak algılanmıyordur. Çağın getirdiği sosyopolitik gelişmeler de yeni gerçekliğe zemin hazırlamaya başlamıştır. Somuttan soyuta/göreceye geçiş başlamıştır. Hızla gelişen dünyada insan afallamıştır adeta. Artık bir yabancıdır dünya için. Yalnız hissetmiştir güç odakları karşısında. “Yüz-yüz elli yıl önce yeryüzünün küçük tanrısı diye tanımlanan insan; doğaya da, çevresindeki nesnelere de yabancılaşıyordu.” Dünya değişmekte, bilinen deyişiyle kapitalist sistemler yerleşmektedir günlük hayata. Artık para ve seri üretim çağıdır. Bu gelişmelerin etkisiyle şekillenmeye başlayan varoluşçu felsefe insanın «varlık ve öz»üne odaklanmaya başlamış, bu felsefenin insanın yalnızlığına ve yabancı durumuna ağırlık vermesi edebiyatı da “dönüş”türmüştür(Dönüşüm adlı eser de insanın güç odakları karşında “yabancı”laşmasından(Aaa Camus de var) bahseder ya hani. ;)) Tüketime yönelen kültür ve makineleşmenin, insanın bireysel özgürlüğünü ortadan kaldırması, topluluk içindeki insanların birbirlerine ve dünyaya yabancılaşmasına neden olmuştur. İnsanlık bir avuç çulsuz azınlığın tüketim kurbanı olmuş, demek daha doğru. Bu da Varoluşçuluk’a zemin hazırlamıştır. İnsanın kendisine yabancılaşması, önce kendi varlık yapısının birliğinin bozguna uğraması, uyumsuzluğu, onun öz benliğinden uzaklaşması anlamına gelmektedir. Bu yüzden Varoluşçuluk insanın ne olduğu ve varlığının bilincine varmasını amaç edinmiştir. Her akımda farklı düşünceler olduğu gibi Varoluşçular da kendi içlerinde tanrı fikirleriyle ayrılmışlardır. Biz Sartre kısmına biraz daha ağırlık vereceğiz. Sartre’a göre tanrı yoktur. Tanrı inancı insan için tehlikelidir. Çünkü böyle bir inanç, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Böyle bir kadercilik anlayışı ise insanın, Tanrı’nın iradesi sınırları içerisinde yaşaması demektir ki bu, insanın özgürlüğünü kesin olarak elinden alacaktır. Çünkü Sartre’a göre özgürlük insan için en temel şeydir. Varlık anlayışını Tanrı’nın yokluğu üzerine kuran Sartre, onu iki kategoriye ayırır. Bunlar kendi başına varlık(kendinde varlık) ve kendisi için varlıktır(insan). Sartre da kendinde varlık, sebepsiz ve izahsızdır. Bu yüzden mantık olarak saçmadır. Çünkü o başka varlıklarla açıklanamadığı gibi mümkün ya da zorunlu varlıktan da türemiş değildir. O mutlak ve dayanıksız olarak mevcuttur. Kendinde varlık ile nesneler dünyasını kasteden Sartre için asıl problem alanını kendisi için varlık yani insan oluşturmaktadır. Bunun nedeni, sadece insanın özgür bir varlık oluşudur. Sartre’a göre, kendisi için varlık olan insan dışındaki her şey bir belirlenmişlik içindedir. Çünkü Sartre’a göre, insan, bir taş ya da sopa gibi basit ve bilinçsiz bir varlık değildir. Sopa ve taş, her ne ise odur. Hâlbuki şuurlu bir varlık olan insan, ne olması gerektiğine kendisi karar verir. Yazgı, özgürlük olunca, insan kendi hayatından tümüyle sorumludur, hiçbir mazerete sığınamaz. Özsüz, doğasız ve yazgısız kalan kişi ne olduğuna, kim olduğuna, nereye gideceğine, kim olacağına kendisi karar vermek, böylece kendi varoluş değerini yaratmak zorundadır. Biz insanlar, seçim yaparken sadece kendimizi değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş oluruz. İnsanın kendisini seçmesi, bütün insanlığı seçmek demektir. Bu yüzden biz olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Peki Bulantı bunun neresinde? Bulantı, insanın, hayatın boşluğunu ve sebepsizliğini tecrübe etmesidir. Sartre felsefesinde, insan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak bireyin bu kendini yaratma çabası, arttıkça bulantı da artacaktır. Sartre’da insanın kendini seçmesi, kendini seçerken bir başkalarını da seçtiği düşüncesi insanı bulantıya sokar. Fakat bu bulantı insanı eylemde bulunmaktan uzaklaştıran bir bulantı değildir. Bu bulantı bizi eylemde bulunmaktan alıkoymaz, aksine bu bulantı bizi eylemle birleştirir, harekete geçirir ve eylemin bir parçası kılar. İnsan bu dünyaya atılmıştır, tek başınadır ve bir Tanrı da yoktur. Sadece insanın bu dünyaya bırakılmışlığı, atılmışlığı terk edilmişliği yani varoluşu vardır. Kitaptan alıntılarla bu düşünceleri desteklemeye çalışalım. İnsan “sebepsiz”, “izahsız”, “kontenjan” bir varlıktır; yani evren diye adlandırdığımız kendinde varlık ”saçma”dır. O mutlak olarak hiçbir şeye dayanmaksızın varolduğundan dolayı aynı zamanda ”fazladan”dır. Sartre, insanın bu ”saçma” ve ”fazladan” varlıkla karşılaşmasını Bulantı adlı eserinde kahramanı Roquentin aracılığıyla yansıtır. İnsan dışındaki her şeyin belirlenişi nesneler karşısında insanı bulantıya sokar: “Nesneler canlı olmadıklarına göre, insanda etki yaratmamaları gerek. İnsanlar bunları kullanır, yerine koyar, ortalarında yaşar. İşimize yararlar, o kadar. Benim üzerimde ise etki yaratırlar, dayanılır şey değildir bu. Onlara değmekten korkarım, canlı hayvanlarmış gibi sanki… Bir çeşit yavan tiksintiydi bu. Ne de tatsız şeydi hani! Taştan geliyordu, eminim, taştan ellerimin içine geçiyordu. Evet, tamam, ta kendisi: Ellerin içinde bir çeşit bulantı.” Nesnelerin ortasında olduğunu, altında, ardında ya da üstünde kendisini kuşattıklarını, hiç bir şey istemeseler, kendilerini zorla kabul ettirmeseler de ”orada” olduklarını fark eden Roquentin’in yakasını bulantı/tiksinti bırakmaz: “Bulantı yakamı bırakmadı, kolay kolay bırakacağını da sanmıyorum; ama katlanmıyorum ona artık, o ne bir hastalık ne de geçici bir nöbet. O, ben’im.” Nesneleri farklı bir perspektiften görmeye başlayan Roquentin kendisinin de bu dünya içindeki nesnelerden biri olduğunu fark ettiğinde kendi varlığını da aynı derecede saçma ve lüzûmsuz bulmaya başlayacaktır: ”Benliklerinden sıkılan, rahatsızlık duyan bir sürü varlıklardık biz. Ne birimizin ne öbürümüzün orada olmasına hiç bir neden yoktu. Utanan, için için kaygılanan her varlık öbürleri karşısında fazla görüyordu kendini. Saçmalığın yaşama ve dünyaya atfedebileceğimiz yegâne nitelik olduğunu ve bu saçmalığın kendi çerçevesinde tam bir mutlaklığa sahip olduğunu bulgular Roquentin: «Varolmak, ortada olmaktır sadece; varolanlar görünürler, kendileriyle karşılaşılır, fakat hiçbir zaman varlıktan düşürülemez, indirilemez onlar. Bunu anlamış olan kimseler var, sanıyorum. Yalnız bunlar zorunlu ve nedeni yine kendisi olan bir varlık icat ederek bu olumsallığı yenmeye çalışmışlardır. Oysa hiçbir zorunlu varlık varoluşu açıklayamaz: Olumsallık yalancı bir düzen, yok edilebilir bir görünüş değildir; saltık’ın kendisi, dolayısıyla tam bir hasbilik’tir. Her şey hasbidir, şu park, şu kent ve ben kendim. İnsan bunu farketmeye görsün, midesini bulandırır bu, her şey başlar dalgalanmaya…Bulantı budur işte.» Varlığın zorunlu olmayışı ve saçmalığı öyle kuşatıcıdır ki, roman kahramanı Roquentin kendisinin ağaçlarla, çakıl taşlarıyla ve nesnelerle kurabildiği tek bağın ”fazladan olmak” olduğunu fark ederek varoluşsal bir bulantı duyar. Eee anlattık anlattık da bu bulantının üstesinden gelmenin bir yolu yok mu? Yine Sartre göre ”yaşamın anlamını” ”özgürlük” ile ilişkilendirmeliyiz. Yaşama anlam kazandırmak bireyin elindedir, ”değer” denilen şey ise seçilen anlamdan başka bir şey değildir. O halde insan özgür seçimleriyle kendini gerçekleştirdikçe, saçmayı aşmaya başlayacak ve geçici bir süreyle bile olsa bulantının üstesinden gelecektir. Dolayısıyla varolmak özgür bir biçimde kendi kendini seçmektir. Yukarıdaki düşünceyi destekliyorum. (“Yalnızca asla düşünmeyenler, başka bir deyişle yaşamak için gereken şeylerden başka bir şey düşünmeyenler mutlu oluyor.”) Ben varlığa karşı bilinçsizliğimizin insanı mutlu ettiğini düşünüyorum. Ama varlığının farkına vardığın anda bu mutluluk biraz sekteye uğrayabiliyor. Uğrasın, uğraması da lazım. Bazen deneyim mutsuzluktan da geçer. Seçimlerinde özgürsün ama bedelini de göze aldığında. Özgür olmak bu dünya için maalesef bedel istiyor. Bir sürü zırvadan sonra hayatın birinci dereceden denkleminin ye-iç-yaşa, ikinci dereceden denkleminin ise deneme-bulantı-yanılma-bulantı-deneyim-bulantı olduğunu anlıyoruz. Gelelim sürprize. Bu uzun yazıda bir sürü kitaba atıf yapıldı. Makaleleri yazmıyorum yoksa işin içinden çıkmayız. Aklıma gelen kitapları yazayım: Gölgesizler, Yırtıcıların Alacakaranlıkta Savaşı, Tutunamayanlar, Umutsuzluğun Doruklarında, Türk Edebiyatında Postmodernist Açılımlar, Varoluşçuluk, Yabancı, Dönüşüm... BONUS: Adı geçen rap şarkısı da Ezhel'den İyi Bil ne istediğini iyi bil belki istediğini bildiğin şey senin için hiç de iyi değildir :D Selamlar. (Murat Sezgin)

Sizlere Sartre gibi bugün yeni bir şey yok deyip sayfalarca bu kitapla ilgili olmayan şeyleri anlatabilirim. Sonuçta yalnızım ama yapayalnız değilim. Bu incelemeyi okuyacak insanları da düşünüyorum. :) Ama elimden geldiğince kısa yazmaya çalışacağım yine de. Yalnızlığın felsefesinin yapıldığı kitap, diyerek başlamak istiyorum. Neredeyse bütün varoluşçularda görülen yalnızlık olgusunun doruğa ulaşmış bir biçimini yansıtmış Sartre. Kitap adeta insana huzursuzluğu aşılıyor. Okuduğum süre boyunca nedense kendimi hiç mutlu hissedemedim. Ama acı da hissetmedim. Sadece hüzünlü. Schopenhauer der ki mutluluk acı çekmemek demektir. Öyle bir mutluluk işte.Kitabı okurken kendimi hiç gitmediğim Fransa'da, İtalya'da bir sokakta amaçsızca gezerken yalnız başıma insanları izler gibi hayal ettim. Günlük tarzı yazılan romanları okumak zor geliyor bana. Ana olaydan bağımsız alakasız binlerce şey anlatabilir yazar orada. Bu kitap özelinde de Sartre bir sayfada kendinden bahsederken bir sayfada bilmem kimin yaptığı hatta yapmış olacağı işlerden bahsediyor. E haliyle böyle olunca da kopuk kopuk ilerliyorsunuz. Hatta bir sayfada otodidakt gelip: Efendim kendi kendinize konuştuğunuzu gördüm. Ne düşünüyordunuz tarzı bir şeyler söylüyor. Kendi kendine konuşmalar işte. Bu tabi aralardaki küçük ama doyurucu cümleleri özümsemenize engel değil. Yinede olmasa iyi olurdu diyebileceğim şeylerden. Kitabın başlarında aşırı yalnızlığın getirdiği insanları gözleme tutkusu var. Ki bu benimde çoğu zaman çok severek yaptığım bir şey. Etrafında olan olayları ve gördüklerini aşırı bir betimlemeyle yansıtmakta bu düşüncenin bir sonucu sanıyorum. İş hayatında yorulmuş, makinenin çarkları arasındaki insanları izlerken ana karakter, kendisinin o insanlardan ne kadar daha diri olduğunu düşünüp onlara acıyordu. Ben öyle sanıyorum ki Sartre bu kitabı yazmak için karar verdiğinde bu kadar karmaşık bir şey ortaya çıkacağını tahmin etmiyordu. Evet aklında bir konu vardı elbet ama yazmaya başladıktan sonra ve bende okumaya başladıktan sonra kitabın ortalarına geldiğinizde hem yazar hem siz baştan varoluştuğunuzu hissediyorsunuz. O çakıl taşı atıldığında başlıyor her şey. Biraz garip bir his. Ama kendini tanımak yolunda önemli bir adım olarak çıkıyor karşınıza. Okurken sanki psikolojik nevroz geçiren bir adamın sanrılarını dinliyorsunuz. Başlarda acı veren, istenilmeyen bu varoluşma süreci, ilerledikçe kabullenmeye başlıyor ve hatta olması gereken bir şeymiş gibi duyumsanmaya başlıyor. Otodidakt' la varoluş ve hümanizm üzerine konuşmaları kitabın ne anlatmak istediğinin ortaya koyulması açısından yoğun bir özet gibi olmuş. Tabi bu özeti anca kitabın içindeyken okuyabiliyorsunuz. Ona göre hiçbir şeyin nedeni yoktur. Ve insan bu nedensizlikler ortasında nedeni olmayan bir varlık olduğunun ve hiçbir varlığın nedeni olmadığının bilincine vardığında, işte orada "bulantı" başlar. Varoluşu ya bütünüyle herşey de hissedebilirsiniz yada herhangi bir şey yoktur. Bomboşluk. Parmenides gibi düşünüp hayatta hareket denilen bir şey yoktur bile diyecek Sartre. Farklı olarak, Sartre varlığı görünen hissedilen olarak tanımlarken, Parmenides varlığı, var olduğu düşünülen şey olarak tanımlıyordu tabi. Ben son sayfaları Chopin'in ölüm marşıyla birlikte okudum, Some of these days yerine size de tavsiye ederim. Kitabın sizi içerisine sokmuş olduğu havaya çok uyuyor. Karmaşık bir inceleme olduysa şimdiden kusura bakmayın. Böyle bir kitabı okurken/ okuduktan sonra sağlam olay örgüsü içerisinde bir inceleme yazmak gerçekten zor oluyor. Yinede iyi okumalar dilerim. (Göksel Göktürk)

Kitabın Yazarı Jean-Paul Sartre Kimdir?

Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı.

1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eger biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolükonusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvarolarak belirtilebilir.

Sartre'ın Varoluşçuluğu:

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.

Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya daDiyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır".

Sartre ve Aydın tavrı:

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.

Jean-Paul Sartre Kitapları - Eserleri

  • Bulantı
  • Duvar
  • Akıl Çağı
  • Varoluşçuluk
  • Yıkılış
  • Yaşanmayan Zaman

  • Edebiyat Nedir?
  • Sözcükler
  • Aydınlar Üzerine
  • Varlık ve Hiçlik
  • İş İşten Geçti
  • Sartre Sartre'ı Anlatıyor
  • Baudelaire

  • İmgelem
  • Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar
  • Toplu Oyunlar
  • Toplu Oyunlar 2
  • Kirli Eller
  • Öznellik Nedir?
  • Ego'nun Aşkınlığı

  • Denemeler
  • Saygılı Yosma
  • Yöntem Araştırmaları
  • Hepimiz Katiliz
  • Materyalizm ve Devrim
  • Altona Mahpusları
  • Özgür Olmak

  • Şimdi Umut: 1980 Söyleşileri
  • Tuhaf Savaşın Güncesi
  • Çark
  • Gizli Oturum
  • Mezarsız Ölüler
  • Sinekler
  • Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı

  • Şeytan ve Yüce Tanrı
  • Bir Şefin Çocukluğu
  • Altona Men - Without Shadows - The Flies
  • Komünistler Devrimden Korkuyor
  • Çağımızın Gerçekleri
  • Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor
  • Yazınsal Denemeler

  • Yabancının Açıklaması
  • Estetik Üstüne Denemeler
  • In Camera and Other Plays
  • Briefe an Simone de Beauvoir 1
  • Sahibin uşaqlığı
  • Seçilmiş Əsərləri
  • The Age of Reason

  • Yöntem Araştırmaları

Jean-Paul Sartre Alıntıları - Sözleri

  • Emek, hayatın yeniden üretilmesi yoluyla nesnelleşmeyse, emek yoluyla nesnelleşen nedir? İhtiyaçla tehdit edilen nedir? Jouissance'la (haz, keyif) birlikte ihtiyacı ortadan kaldıran nedir? Cevap elbette ki pratik biyolojik organizmadır ya da diğer bir deyişle, bu terim bizi öznellik açısından ilgilendirdiği ölçüde, psikosomatik birliktir. Sonuç olarak, burada içselliğiyle dolaysız bilgiden kaçan bir birliği kavrıyoruz. (Öznellik Nedir?)
  • Özgürlük, metafizik değil, pratik özgürlük, proteinle koşullanmıştır. İnsanlar, açlıktan kurtulduğu, uğraşlarını ona yakışan koşullar altında yapabildikleri gün, yaşam insanca olacaktır. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Dokunmayın bana. Birinin bana dokunmasından nef­ret ederim. Acımanızı da kendinize saklayın. Haydi! (Gizli Oturum)
  • Aşk, aşktan daha fazla bir şeydir. (Denemeler)
  • Ben de herkes gibi değiştim: bir sürerlilik içinde. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır. (Altona Mahpusları)

  • Köksüzlerin ağırlığı olmaz. (Sinekler)
  • "O halde bu, proletaryanın hiçten yola çıkarak icat ettiği ya da 'yarattığı' bir şey değil, daha ziyade bütünlüğü içindeki evrim sürecinin zorunlu sonucudur; bu yeni öğe, ancak proletarya onu bilincine yükseltip pratik kıldığında somut bir gerçeklik halini almaya dair soyut bir imkân olmayı yine de bırakmaz. (Öznellik Nedir?)
  • İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır.. (Ego'nun Aşkınlığı)
  • "Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak." (Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor)
  • "Eskiden beklemek umurumda değildi. Şimdiyse ya­pamıyorum artık." (Kirli Eller)
  • Cehennem, başkalarıdır. (Toplu Oyunlar)
  • “Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.” (Toplu Oyunlar)

  • Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.." (Yıkılış)
  • Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona... (Estetik Üstüne Denemeler)
  • " Belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşür. '' (Aydınlar Üzerine)
  • "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." (Varoluşçuluk)
  • Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • Biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını ya­ratıyor. Biz onun sırtından insandık, o da bizim sırtımızdan ken­disini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru hem de daha ni­teliklisinden. (Hepimiz Katiliz)

Yorum Yaz