Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? - Kral Abdullah Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kimin eseri? Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kitabının yazarı kimdir? Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? konusu ve anafikri nedir? Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kitabı ne anlatıyor? Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? PDF indirme linki var mı? Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kitabının yazarı Kral Abdullah kimdir? İşte Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...
![Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? - Kral Abdullah Kitap özeti, konusu ve incelemesi](https://www.mardinlife.com/uploads/2022/08/24/kral-abdullah-kimdir-kral-abdullah-kitaplari-ve-sozleri-297019.jpg)
Kitap Künyesi
Yazar: Kral Abdullah
Çevirmen: Halit Özkan
Yayın Evi: Klasik Yayınları
İSBN: 9789758740475
Sayfa Sayısı: 247
Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
"Arap İsyanı" yakın tarihimizin en önemli kırılma noktalarından biridir. Kurgulanmış tarihin toplumsal hafızamıza işlemeye çalıştığı "Arapların ihaneti" algısı, aslında bizim geçmişimizle kurduğumuz ilişkinin travmatik boyutunu sergiler. Osmanlı'nın parçalanış sürecinde Arapların kopuşu etrafında geliştirilen söylem, tarihi bir olgudan çok ideolojik bir tutumu yansıtır.
Gerçekten Araplar Osmanlı'ya ihanet ettiler mi? Ya da isyan sadece bölgeye ilişkin sömürgeci amaçları olan büyük devletlerin kışkırtmasından mı ibaretti?
Kesin olan şu ki, Arapların Osmanlı'dan kopuşu, ulus-devlet sürecinde Türk kimliğinin yeniden inşası amacına hizmet eden ideolojik bir söyleme dönüşmüştür. "Türklere ihanet" söyleminin Araplardaki karşılığı Arapları sömüren, İslam'a ihanet eden Türklere dönüşecektir. Aslında bu iki zıt söylem, Osmanlı bakiyesi Müslüman uluslarda inşa edilmeye çalışılan modern ulus kimliğinin ortak tarihi ve kültürel bağlamdan koparılarak "öteki" üzerinden tanımlanmasına hizmet etmiştir.
Bu kitap, "Arap isyanı" olarak bilinen gelişmelerin en önemli aktörünün yaşadığı olayları anlatan belge niteliğinde bir hatırattır. İngiliz istihbaratının marifetiyle Hicaz'da başlatılan isyanın nasıl gerçekleştiği anlatılırken aynı zamanda bu hareketi meşrulaştırma çabalarının nelere yaslandığını da okuyabiliyoruz. Bu eser, sembolik olarak başlatılan ve İngiliz politikasının uzantısı olan isyan hareketinin baş aktörü durumundaki bir ismin gözlemlerine, niyetlerine ve en önemlisi bu hareketin dayandırıldığı siyasi ve kültürel gerekçelere aşina olmak isteyenlerin göz ardı edemeyecekleri bir metin. Şerif Hüseyin'in İttihatçılarla ilişkisi ve İngiliz yetkilileriyle isyandan çok öncelere dayanan teması yakın tarihe ışık tutacak nitelikte.
Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? Alıntıları - Sözleri
- Yükseliş ve hükümranlığın en önemli sebepleri iman, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır.
- Yükseliş ve hükümdarlığın en önemli sebepleri iman, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır..
- Önceki vali ve kumandan Münif Paşanın görevden alınması Osmanlı Devletinin Hicaz politikasının değişmeye başladığının göstergesiydi. Çünkü her yönüyle düzenli bir yönetim gösteren bu valinin görevden alınmasını gerektirecek bir şey yoktu, tabi kendisinin İttihat ve Terakki mensubu olmaması dışında!
- İstanbul’un güzellikleri anlatmakla bitmez. O her mevsimde ayrı bir güzeldir.
- Şeyh Osman her birimiz için günde yüz satır yazma ödevi veriyordu. Kendisiyle şöyle ilginç bir anım da vardır: Hocam rahmetlinin sürekli diş etleri kanar ve ağzı kokardı. Hokkalarımız eski tarzda yapılmıştı. Yani, hokkanın kenarında bir boru olur, koruma amacıyla kamış bunun içine yerleştirilirdi. Önceden kullanılmış kâğıtlar ise tasarruf amacıyla silinir ve aharlanarak tekrar kullanılırdı. Hocanın kötü bir âdeti vardı, daha doğrusu ağzı kanayıp koktuğu için bu adet çok kötü görünüyordu. Kamışı ağzına alarak tükürüğüyle ıslatır, bu yüzden de kamışların ucu kan olurdu. Dolayısıyla kamışı kullandıktan sonra tekrar hokkanın içine batırdığı zaman kan ve tükürük mürekkeple karışır ve pis bir sıvı oluşurdu. Bir gün dayanamayıp kölelerin bulunduğu iç avluya geçtim ve bir leğen dolusu çok acı kırmızı biber buldum. Biberleri bir güzel öğüttüm ve rahmetli kardeşim Faysal’ın hokkasına doldurdum. Ertesi gün kardeşim benden sonra gelip yazdıklarını hocaya gösterirken bir köşede dikilip olacakları izlemeye başladım. Hoca kalemi ağzına alınca diş eti ve dudaklarında biberin acılığını hissetti ve rahatsız oldu. Derken durumu giderek kötüleşti ve su istedi, artık ağzı yüzü şişmişti. Hoca hokkayı kontrol etmek için bakınca bir de ne görsün: Ağzına kadar biber dolu! Hemen kardeşimi falakaya yatırdı ve cezalandırmak istedi. Kardeşim bir yandan ağlıyor, bir yandan da hiçbir şey yapmadığına yemin ediyordu. Bense katıla katıla gülüyordum. Hocanın yardımcısı beni görünce “Ne diye gülüyorsun?” diye azarladı. Hemen büyük babaannemin yanına kaçtım ve olanları anlatıp kardeşimi kurtarmasını istedim. Zaten o sırada biber leğeninin yanında ayak izlerimi görmüşler ve bu küçük oyunu kimin oynadığını anlamışlardı. Babam olanları duyunca beni çağırttı, ben yine babaannemin yanına sığındım. Bunun üzerine babam kendisi geldi ve cezalandırılmam için beni hocaya götürmek istedi. Babaannem beni babama vermiyor ve oyunumun sebebini dinlemesini istiyordu. Olan biteni babama anlatınca öfkesi geçti ve gülmeye başladı. Bu olaydan sonra Osman Hocaya bir kese dolusu para verdiler ve beni bağışlamasını istediler, hoca da bağışladı. Birkaç gün sonra olayı babamın amcası ve Mekke emiri rahmetli Şerif Avnürrefık b. Muhammed de duymuştu. Beni çağırttı, yanına vardığım zaman gülmeye başladı ve şaşkınlığını gizleyemeyerek “Ne akıllı çocuk!” dedi. Sonra da Şeyh Osman’ın ve diş doktoru Abdülgaffar’ın getirilmesini istedi. Hoca gelince Şerif “Osman Hoca! Gördüğün gibi sen bizim çocuklara hat öğretirken onlar sana nezaket öğretiyorlar. Abdülgaffar! Gel buraya da şu hocanın dişlerini söküver!” dedi. Bunu duyan hoca feryad ü figan içinde benden yardım istemeye başladı. Oysa Şerif sadece şaka yapıyordu, kendisi çok şakacı biriydi. Gönlünü almak için hocaya bin beş yüz riyal ödül verdi ve dişlerini tedavi ettirmesini istedi.
- Olan bitenlerin tek suçlusu var, o da Arapların kendisi!
- Sultan hazretleri, Balkan Savaşının ne şekilde sona erdiğini iyi bilmektedirler. Devletin ihtiyaç duyduğu teçhizatı henüz tedarik edemediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-i alileridir. Almanya’nın yanında savaşa girmek büyük bir tehlikeyi beraberinde getirecektir. Çünkü devletimizin kullandığı silah ve teçhizatın tamamı Almanya’ dan gelmektedir. Osmanlı top ve silah fabrikaları, orduyu gereği gibi teçhiz edecek yahut savaşta kaybedilmesi muhtemel silah ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda değildir. Buna ek olarak, devletin güney bölgeleri, mesela Basra, Yemen ve Hicaz, her an saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Böylesi saldırılar, söz konusu bölgeleri çok zor durumda bırakacaktır. Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine güveniyor. Ancak sivil vatandaşlar düzenli ordular gibi silahlı olmadığından, Avrupa’nın düzenli ordularına karşı koyabilecek durumda değildir. Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Almanya'nın yanında savaşa girmemizi isteyen herkes ya ne söylediğinin farkında değildir, yahut büyük bir ihanet içindedir.
- Suriye’de bulunduğum sıralarda, insanların ve özellikle gençlerin yeni yönetimden duydukları sıkıntıyı görebiliyordum. Devletle bağlarını koparma noktasına gelmişlerdi. Sıkıntı bunlarla sınırlı kalmadı ve kargaşa, vaktiyle Osmanlı yönetiminden memnun olanlar dâhil herkesi içine aldı. Bütün bunların sebebi, İttihatçı gençlerin kötü yönetimleri ve tahakkümleri yüzünden devletin itibar kaybetmesiydi. Bunlar, Hicaz bölgesi dışında gördüklerimdir.
- ...gösteriş meraklısı Türkler çok konuşurlar ama hiçbir şey yapmazlar...
- Osmanlı'nın Yönetim Şekli Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] önce Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden farklı bir yönetimle idare ediliyordu. Bu idare gayet sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim sayesinde Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı. Osmanlı Devleti yönetim açısından çağdaşlarına göre çok daha iyi durumdaydı. Osmanlı’da bilinen ilk makam, kazaskerlik makamıdır. Kazasker şehrin en büyük yargıcıydı ve savaşlarda orduda yer alırdı. Savaş için şehirden ayrıldığı zaman kazasker vekili namıyla yerine birini bırakırdı. Osmanlı Devletinde kadılar ordu kumandanları gibi itibarlıydı. Sonra imparatorluk idaresi kuruldu ve eyaletlerin başına Beylerbeyi veya diğer adıyla Mîr-i Mîrânlar getirildi. Bunlara Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi denirdi. Her beylerbeyinin yönetiminde, mutasarrıflıklar ve vilayetlerle ilgilenen divanlar kurulurdu. Başıbozuk askerlerin idaresinden de bunlar sorumluydu. Kadılar da yönetici sayılırlardı. Devlet savaşa girmeye karar verdiği zaman askere ihtiyaç duyunca Beylerbeyi ve divan üyesi yöneticiler gözetimleri altındaki askerleri toplayıp orduya katılırlardı. Yönetim, divan-ı hümâyundaki sadrazamın idaresi altında aşağı yukarı bu şekilde devam etmişti. Gülhane Hatt-ı Hümâyunundan sonra vilayetler yeni bir yönetime kavuşturuldu. Aynı şekilde orduya da yeni bir düzen getirildi. 1293 [1876] yılında Kanun-ı Esasi ilan edilince, Meşrutiyete geçildi ve Araplar devletten ayrılana kadar bu yönetim uygulandı. Rahmetli babamın yönetimi sırasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine yol açan en büyük fikir değişikliği, Asîr savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha önce gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında, Asîr mutasarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi kuşatmış, sonra da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın aracılığıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı. Babam Hicaz’da bulunan Osmanlı kuvvetleri ve jandarma süvari birlikleri ile Medine hecin süvarileri birliğini de yanına alarak yola çıktı. Ayrıca el-Kunfuze’de kendilerine katılmak üzere, Destek Kuvvetleri adıyla bir birlik daha oluşturdu. O dönemde ben Mecliste bulunuyordum. Babam beni çağırınca Meclis’ten izin aldım ve Hicaz’a geldim. Ayrılırken Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bana “Baban çağırdığına göre muhakkak sana bir görev verecek” demişti. Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey ise “Devlet niçin babanın nüfuzundan faydalanmak istiyor? Devletin şahısların nüfuzundan faydalanmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?” demişti. Kendisine “Siz de bir vekilsiniz. Başkanlık görevinizi yardımcınıza bırakıp sıradan bir vekil gibi hükümete soru önergesi sunabilir veya açıklama isteyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz mesleğe böylesi daha çok yakışır. Devlet, ileriki nesiller boyunca da kendisine bağlı Arapların nüfuzuna muhakkak ihtiyaç duyacaktır, tabi iki taraf da hayatta kalırsa” diye cevap verdim. Mekke’ye vardığım zaman, rahmetli Hidiv hazretlerine uğradım. Kendisi Seyyid Muhammed b. İdrisî’yi severdi. Bu yüzden yardımcı olabileceğini düşündüm. Ayrıca duyduğum kadarıyla devlet Hidiv’den Seyyid İdrisî’ye tavsiyede bulunmasını istemiş, o da sadece tavsiyede bulunmakla yetinmişti. Hidiv beni görünce “el-İdrisî’yi cezalandırmaya gidiyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. “Şimdi yaz mevsimi ve Tihâme sıcak olur. Hava biraz düzelene kadar seferi erteleseniz?” dedi. “Bilemiyorum, belki de ordu doğu tarafından gider. Eğer daha fazla gecikirsek, Ebhâ’nın düşmesine sebep oluruz, bu yüzden muhakkak harekete geçmeliyiz” diye karşılık verdim. Hidiv “Duyduğum kadarıyla Arap kamuoyu bu karardan pek memnun değil” dedi. “Kamuoyu, ortaya çıkması muhtemel bazı tehlikelerin farkında değil. Eğer güney bölgesi Araplardan ayrılırsa cahil idarecilerin eline geçecek. Bu da yabancıların oraları işgal etmesini kolaylaştıracak” cevabını verdim. Bunun üzerine “Allah yardımcınız olsun. Ancak mümkün olduğu kadar veba ve sıcaktan kendinizi korumaya bakın” dedi. Hakikaten de, ordu içinde kolera salgını baş gösterdiği zaman bu uyarısını hatırladım. Kûz Ebu'l-fr Savaşı Haşimî birlikleri havanın kaynadığı, yazın en sıcak günlerinde yola çıkıp Kunfuze’ye vardı [3 Mayıs 1911]. İnsan, ateş gibi yanan toprağa ayağını basamıyordu. Kunfuze’de yerli halk dışında etraftaki bedevilerden hiç kimse yoktu. Bizimle birlikte, üç bin askerden mürekkep üç nizamî tabur vardı. Hazırlıklar yapıldıktan sonra Kûz Ebu’l-îr e doğru hareket edildi. Burada, Seyyid el-İdrisî’nin komutanlarından İbn Harşân ve Tihâme aşiretleri bulunuyordu. Ben yukarıda bahsettiğim taburlara ve topçu birliğine ek olarak, iki yüz atlı ve bin hecin süvarisini yanıma almıştım. Rahmetli [kardeşim] Melik Faysal’la birlikte yola çıktık. Askerî birlikler gece yürüyüşleri için yeterince eğitilmediklerinden, Türk kuvvetleri umulan vakitte gerekli mesafeyi kat edemedi ve dokuz saat gecikti. Kunfuze’nin güneyinde, deniz kenarında bir yere ulaştık. Ümmud-Debbe adlı bu yerde, içilebilir bir su vardı. Üç saat dinlendikten sonra yola devam ettik. Gün battığında yumuşak kumlu büyük bir ovanın kenarına gelmiştik. Doğumuzda deniz, önümüzde sık ağaçlarla kaplı Yaba Vadisi vardı. Birinci ve ikinci tabur peş peşe gidiyor, onların arkasından levazım birliği yürüyordu. Üçüncü tabur en arkadan geliyordu. Sol tarafta ise, Emir (Melik) Faysal'ın idare ettiği Haşimî süvarileri bulunuyordu. Her iki kuvvet de benim emrim altındaydı. Üç taburun kumandanı ise Çerkez Zeki Paşa idi. Biraz önce bahsettiğim yere geldiğimizde, daha önce bir grup atlıyla birlikte orman tarafına gözcü olarak gönderilen Dayfullah el-Abbûd adlı şeyh geldi ve ormanın asker dolu olduğunu söyledi. Tam o sırada diğer gözcü grubu da birdenbire çıkageldi. Sonra da öncü süvari birliği mağlup vaziyette geri döndü ve batıdaki denize doğru yöneldi. Birdenbire ormanın içinden yoğun bir ateş açıldı. Zeki Bey’e durmasını söyleyip ilk taburu avcı taburu olarak sürmesini, İkincisinin ihtiyat taburu olarak kalmasını, levazım birliğinin ve Haşimî kuvvetlerinin ise bekletilmesini emrettim. Düşmanı yenmeyi başarırsak, uygun bir vakitte Haşimî kuvvetlerini hücuma geçirecek ve orman tarafına doğru düşmanı takip edecektim. Zeki Paşayla birlikte emri kaleme alıp imzaladıktan sonra Emir Faysala ve tabur komutanlarına gönderdik. Sonra ilerlemeye devam edip ormanda gizlenen birliklerle çarpıştık ve onları tepeleyip bir miktar içeri doğru girdik. Fakat daha saldırı vakti gelmeden ve hücum emri verilmeden, destek kuvvetlerinin hızla hücuma kalktığım gördük. Oysa önlerinde sadece ekin tarlaları vardı. Zeki Beye “İhtiyat taburunu destek kuvvetlerinin bulunduğu sol tarafa doğru ilerlet. Yoksa çok yakında yenilecekler” dedim. Zeki Bey o sırada kuvvetlerinin başından ayrılamayacağını, emri bizzat iletmemi istedi. Daha konuşmamızı bitirmemiştik ki emir subayım “Efendimiz! Sola bakınız!” diye bağırdı. Bir de ne göreyim, destek kuvvetleri tozu dumana katmış vaziyette gerisin geri geliyordu. Bu sırada ben ikinci taburun bulunduğu yere varmıştım. Tabur komutanı İsmail Beye “Taburuna ilerlemesini söyle ve birinci taburun solunda cephe al. Levazım birliğine söyle Ümmü’d-Debbe’ye dönsünler. Üçüncü tabur da ihtiyat olarak beklesin” dedim. Ama komutan atının yelesine yapışmış kusuyordu! Gördüklerim hiç hoşuma gitmediği gibi, komutanın korkaklığı canımı sıktı. Emri tekrar ettim ama beni duymazlıktan geldi. Tam o sırada sol taraftan üzerimize yoğun ve ürkütücü bir ateş açıldı. Üç çeyrek sonra, durumumuz son derece kritik hale gelmişti. Tam o sırada yetişen bir hecin süvari birliğini kumların oradaki cephe ile tuzlu topraklar arasına yerleştirdim ve elimden geldiğince savunmaya devam ettim. Aynı anda başta yenilgiye uğrayanların bir kısmı toparlandı ve yardımıma geldi. Bunlar askerlikteki ustalıklarıyla meşhur Facir b. Şüleyveyh, Hubeylîs eş-Şeybâni, Fehd el-Arrâfe b. Suûd gibi süvarilerdi. Ayrıca bazı şerifler de gelmişti. Derken Şerif Şakir b. Zeyd de bana katıldı. Osmanlı güçlerini zor durumdan kurtarabilmek için tek yapabileceğimiz şey sebat etmekti. Sonuçta, üç taburdan yalnızca yetmiş kişi kurtuldu. Ümmü’d-Debbe’ye yeniden saldırı başlatıldığında yerinden son ayrılan ben oldum. O sırada, Îdrisî’nin sağ kanadının komutanı İbn Hayra öldürülmüştü. Ertesi gün büyük kayıplar vererek Kunfuze’ye ulaştık. İdrisî’nin adamları o gece veya ertesi gece yeniden saldırsalar hepimizi öldürebilirlerdi. Ancak onların kayıpları daha büyüktü. Kûz Ebu’l-îr Savaşı ve savaşta Arap destek kuvvetlerinin geri çekilmesi, Miralay Nazif Bey komutasındaki Türk birliklerinin bizim hakkımızda kötü düşünmeleri için başlangıç teşkil etti. Daha önce Yemen, Asîr, Cebel-i Dürûz, Kerek ve diğer yerlerde karşılaştıkları benzer hareketleri unutmuş görünüyorlardı. On beş gün sonra, yeni gelen kuvvetlerle bir daha saldırıya geçildi. Bu defa bütün kuvvetlerin başında Şerif Zeyd b. Fevvâz vardı. Benim de kendisiyle birlikte saldırıyı idare edecek komutanlardan biri olmam emredilmişti. Sabahleyin Kunfuze’den çıkıp öğlen Ümmud-Debbe’ye vardık. Türk kuvvetleri şunlardan meydana geliyordu: a) Zeki Bey’in komutasında, her biri sekiz yüz elli askerlik üç nizamî tabur, b) Kaymakam İsmail Bey komutasında üç redif taburu ki bunların sayısı bin iki yüz kişiydi, c) Yemenden getirildiği için Yemen taburu olarak bilinen, Ziyaeddin Bey komutasındaki tabur. Bütün bu kuvvetlerin başında Miralay Nazif Bey vardı. Destek kuvvetleri ise at ve deve sayısı bakımından önceki savaşta olduğu gibiydi. Öğle vakti harekete geçtik. Ordu ilk savaşın yapıldığı yere geldiğinde vakit gurub saatiyle on bir olmuştu. İdrisî’nin güçleri ilk konumlarını koruyorlardı. Yine ağır bir ateşle ilk saldırıyı başlattılar. Nazif Bey, Şerif Zeyd’e “Ne emredersiniz?” diye sordu. Şerif “Siz bana görüşünüzü bildirmeden ben emrimi söylemeyeceğim. Eğer dikkate alınması gereken uyarılarda bulunursanız bunlara kulak veririm” dedi. Sonra bana döndü ve “Sen ne dersin?” dedi. “Geceyi burada geçirmeli ve sabahleyin saldırmalıyız. Çünkü gece yapılacak askerî harekâtın başarısız olmasından endişe ederim. Burası ormanlık bir arazi ve giriş çıkışını bile bilmiyoruz” dedim. Nazif Bey ‘“Yedi tabur Osmanlı askeri bir grup bedevi tarafından durduruldu’ desinler diye böyle söylüyorsun değil mi?” diye patladı. Ben kendisine “Bu benim görüşümdür, böyle yazabilirsiniz” dedim. Sonra Yüzbaşı Bahaeddin Beye dönerek “Sen ne dersin?” dedi. Bahaeddin Bey “Şu güneşin battığı ve gecenin bastırdığı saatlerde atacağınız her adım sizi mağlubiyete daha da yaklaştırır. Ben de Abdullah Bey’le aynı fikirdeyim” dedi. Nazif Bey “O halde geceyi burada geçiriyoruz, emirleri şu şekilde yazın: Zeki Bey’in alayı ön tarafa, Said Bey’in alayı sol tarafa, erzaklar ortaya, Yemen taburu arkaya yerleşsin. Haşimî destek kuvvetleri de sağda dursun” dedi. Emir yazılınca Şerif Zeyd’e arz edildi ve onun da onayından geçti. Benim, Zeki Bey’le öndeki birlikte bulunmam emredildi. Melik Faysal, Haşimî kuvvetleriyle sağa geçti, Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Nazif Bey komuta merkezinde kaldılar. Kurşun yağmuru altında ilerledik. Öncü birlikler iki taburdan oluşuyor, her taburun bir kısmı ihtiyat olarak bekletiliyordu. Üçüncü tabur ise herkes adına ihtiyat olarak duruyordu. Dörtlü bir yerleşim planı uygulamıştık: Biz güney tarafında mevzilenirken, Said Bey’in alayı doğu tarafında, Yemen taburu kuzeyde, Haşimî kuvvetleri de batıda mevzilenmişti. Yerleşimi bitirir bitirmez, Yemenliler üzerimize kırk dakika süren etkili bir saldırı başlattılar. Kuvvetli bir ateşle kendilerine karşılık verilince geri çekildiler. On beş dakika sonra doğu cephesine yeniden saldırdılar ama yine aynı karşılığı aldılar. Açık taraftan ateşe maruz kalma tehlikesi bulunduğu için, her birimiz önümüze birşeyleri siper etmiş vaziyette yüzükoyun yere yatmıştık. Yemenlilerin saldırıları sona erince bizim sağ cenahta büyük bir gürültü koptu. Çünkü saldırı sırası destek kuvvetlerine gelmişti. Saldırı önce gevşer gibi olduysa da bir kere daha yapıldı, en sonunda tamamen durdu. Sonra Yemen taburu, genel ihtiyat birliklerinden aldığı destekle saldırıya geçti, ancak bu saldırı da çok sürmedi ve geri döndüler. Artık gece boyunca sabaha kadar saldırı olmadı. Yemenlilerin ne zaman bir el ateş ettiklerini duysam, bizim taraftan binlerce ateşle karşılık veriliyordu. Bu durumlarda bizim cephelerde derhal ateşkes borusu çalıyordu. Saat dörtten sonra komuta merkezine çağırıldım. Merkezde Şerif Zeyd ve Nazif Bey vardı. Bana “İsabetli kararınız sayesinde kuvvetlerimiz kurtuldu. Geceleyin yola devam etsek kaybımız büyük olacaktı” dediler. Ben “Önceki savaşta edindiğim tecrübe bu kararı almama yol açtı” dedim. “Ön cephede durum nasıl?” diye sordular. “Herşey yolunda, askerler akşam yemeklerini yediler ve her birine iki matara su verildi. Endişeye mahal yok” diye cevapladım. O gece rahat bir uyku uyuyamadık. Sabah olunca önce kalk borusu çaldı, ardından müezzin sabah ezanını okudu. Her yanda Yemenlilerin tekbir sesleri duyuluyordu. Herkes olduğu yerde namazını kıldı. Sonra askerlerin saf tutmaları emredildi. Bu arada ordu müftüsü Saf suresini okuyordu. Ardından topçularımız ormana doğru, her tarafı dümdüz eden yoğun bir bombardıman başlattılar. Şeyh Baytarı komutasındaki Yemenlilerin sol cenahı, sancaklarıyla birlikte aniden ormandan çıkıp açık araziye geldi. Bunu gören Haşimî süvari birliği deniz tarafından saldırdı. Aynı anda topçu birliği de bunların üzerine yoğun bir ateş başlattı. Rüzgârın önündeki yaprak gibi sağa sola dağıldılar ve geriye doğru kaçtılar. Haşimî süvari birlikleri bunları takip için peşlerinden gitti. Benim de içinde bulunduğum Zeki Beyin alayı ilerleyip ormana girince birden karşımızda peştamallarıyla Yemenlileri bulduk. Üzerlerinde kılıç kemerleri ve hançerlerinden başka şey yoktu. Her biri askerlerimize bir iki el ateş etti, sonra hançerlerini çekip üzerimize saldırdılar. Bunun üzerine Türk kuvvetleri kendilerine yoğun bir ateşle karşılık verdi ve birçoğunu öldürdü, kalanlarını da yakaladı. Bu arada Said Bey’in alayının bulunduğu taraftan gelen tüfek ve top seslerini duyuyorduk. Ama biz yaklaştıkça sesler uzaklaşıyordu. Durumu fark eden Zeki Bey “Tehlikedeyiz, çünkü düşman bizim sağ, orta ve sol cenahlarımızın arasını açmayı başardı” dedi. Bu sırada karargâhta iki birlik ve bir top vardı. Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Miralay Nazif Bey karargâhtaydı. Zeki Bey “Askerin daha fazla ilerlememesini emrediyorum. Şu büyük ağaç senin için işaret olsun. Karargâha git ve bizimle Said Bey’in kuvvetleri arasında kalmalarını söyle. Said Bey’in şimdi çabucak gelip sol taraftan hizamıza geçmesi gerekiyor. Haşimî kuvvetlerine ulaşmaya artık imkân kalmadı” dedi. Karargâha vardığım zaman sadece Şerif Zeyd b. Fevvâz’ı gördüm. Yanında yüz elli hecin süvarisi ile yaşlı şeyhler ve şerifler vardı. Nazif Bey’in nerede olduğunu sordum. “İki birliği ve topu alıp Ebhâ’nın yukarısındaki Kadiye kuyusuna gitti, Melik Faysal da yanında” dediler. “Melik Faysalın askerlerine ne oldu?” diye sorunca da “Saldırının başladığı günden beri kendilerini görmedik” dediler. Hemen emir subayımı, kendisini Kadiye’ye götürecek bir rehberle birlikte Zeki Beye gönderdim. Artık müfreze komutanı ve karargâh oradaydı. Ben de kendi adamlarımı alıp yola çıktım. Beş dakika yol almıştık ki birden çıplak bir araziye çıktık. Buradan Ka'diye’yi görebiliyorduk. Nazif Bey’le iki bölük de oradaydılar. Topları, kısa menzilli çarpışmalar için hazırlanmış Şibra adlı gülleleri atıyordu. Biz elimizde komutanlık sancağıyla açık alana çıkınca, hecin süvarileri de bizimle birlikte olduğu için Yemenliler Nazif Bey’i bırakıp üstümüze saldırdılar. Hemen develeri çökertip yere indik. Orada, hayatımda gördüğüm en kanlı çarpışmalardan biri yaşandı. Sıcağa dayanamayan Şerif Zeyd’in, zaman zaman burnu kanıyordu. Başında beyaz bir örtüyle ayakta dikiliyordu. Kendisine ne zaman “Amca gölge bir yere geç” desem “Gölgeye geçecek olsam Taifte kalırdım. Sabredin, birazdan dağılacaklar” diye cevap veriyordu. Sonra Melik Faysal çarçabuk Miralay Nazif Bey’in imdadına yetişti. Bu sırada biz son derece zor durumdaydık. Tam o esnada levazım birliği ve Yemen taburu çıkageldi. Bu cesur askerler hemen savaş meydanına dağıldılar. Öyle ki, sağ cenahları neredeyse Kadiye’deki Nazif Bey’in askerleriyle birleşmişti. Uteybe aşiretlerinden es-Sebte’nin önderi Şeyh Cabir b. Hüleyl’le birlikte olan Şerif Zeyd saldırı emri verdi. Bunun üzerine askerler “Haydi saldırın! Haydi, saldırın!” diyerek ileri atıldılar. Biz de develerin olduğu yerden saldırıya katıldık. Haşimî sancağı bu sırada uzun boylu esmer bir adam olan İbn Cünayh’in elindeydi. O gün Yemenlileri mağlup ettik. Derken doğu tarafından gelen silah seslerini duyunca, Said Bey’in geldiğini anladık. İkindi olduğunda Kûz Ebu’l-îr’deydik. Karşımıza hiçbir Yemen kuvveti çıkmadı. Darmadağın olmuşlardı ve İbn Harşân Kahba’ya dönmüştü. Akşam namazından biraz önce doktorların raporu karargâha ulaştı: O gün koleradan iki yüz seksen asker hayatını kaybetmişti. Üçüncü gün, askerlerimizin sayısı üçte bire düştü. Aynı gün rahmetli babam da Kûz’a geldi. Çadırımın önünde nöbet bekleyen askerin sanki kurşun yemiş gibi düşüp öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Yedi bin kişilik silahlı Türk gücünden geriye bin yedi yüz kişi kalmıştı. Babam hemen Ebhâ’ya hareket edilmesini emretti. İlerledikçe hastalık da azalıyordu. Bârak ve Seniyye’de birtakım küçük çarpışmalar oldu. Sonra meşhur Sâkayn yolundan dağa doğru çıktık. Üçüncü gün dağı aştığımızda Tihâme’nin şerrinden ve vebasından artık tamamen kurtulmuştuk. Sonra Sedvân ve Esnâ Hureym savaşları oldu. İdrisîlerin komutanı Seyyid Mustafa el-İdrisî ve Seyyid Fisâl’di. Yemenliler artık peş peşe yenilgiler alıyorlardı. Türk askerlerinin köyleri yakıp masum insanları öldürmek suretiyle işledikleri zulümler, son inkılâbın [1916] ilk sebebidir. Çünkü babam Emir hazretleri olanları görünce “Türklerden Araplara hayır yok” demişti. Kendisine dört ayrı yerde, arka taraflarından sokulup ağızlarından çıkartılan kazıklara oturtularak kızartılmış kişilerin cesetleri gösterilmişti. Esnâ Hureym’de ise, başları kesilmiş ve cinsel organları ağızlarına konulmuş cesetler gösterilmişti. Bunları gören babam Nazif Beye “Nazif Bey, bu reva mıdır?” diye sorduğu zaman Nazif Bey “Bunlar da bizim kalplerimizi yakmadılar mı?” diye cevap vermiş, babamsa susmayı tercih etmişti. Ayaklanmanın Esasları Hicaz’a döndükten sonra, Şerif [Hüseyin] ayaklanmanın temellerini attı. Asîr’den dönüşünün sebebi, Kumandan ve Mutasarrıf Süleyman Paşa ile arasında çıkan bir anlaşmazlıktı. Süleyman Paşa, Bâbıâlî’den emir almadığı gerekçesiyle babamın emri altına girmek istemiyordu. Ona göre, Şerif ve Liva Mustafa Neşet Paşanın yanında gelen nizamî ordular, Bâbıâlî’den durum hakkında bir açıklama gelene kadar kendi emrinde kalmalıydı. Arapların cesetlerine yapılan saldırıları ve Osmanlı asker ve komutanlarının işledikleri haksızlıkları bizzat görmüş olan babam bu anlaşmazlıktan sonra, Ebhâ’dan ayrıldı ve Haşimî kuvvetleriyle doğu yolundan Hicaz a döndü. Yolda Şehrân ve Bîşe vadilerinden geçti. Ranye’yi doğusuna aldı ve Türbe Ovası’nm üst kısmından yola devam edip Kerâ Vadisine geldi. Bu vadinin doğu tarafında Türbe köyü ve Mısırlı askerlerin ilk Vehhâbî ayaklanması sırasında mağlup oldukları Ramâdân kalesi bulunur. Daha sonra aynı yerde, benim komuta ettiğim doğu Haşimî askerleri de Türbe savaşında mağlup olmuştur. Babam daha sonra Kerâ Vadisine yöneldi. Gâmid el-Bedv yöresini sol tarafına aldıktan sonra Hamra’daki tepenin güneyinden çöle girdi. Burası, dağın kenarından başlayan bir ovayla sınırdı. İbnu 1-Hâris, Gâmid ve Uteybe’nin sınırları burada birleşirdi. Taiften bizi karşılamaya gelenlerle burada buluştuk. Şerif Abdullah b. Zeyd b. Fevvâz ve Şerif Şeref b. Râcih b. Fevvâz bunlar arasındaydı. Sonraları kabilesine isyan eden Hurmeli Halid b. Lüey de gelmişti. Ayrıca Galib b. Lüey ve bütün diğer kabile reisleri de oradaydı. Daha sonra batıya yönelip Taife doğru ilerledik. Bol ve kaliteli hurmaları olan Nefa Vadisinden geçtik. Yolumuza devam edip Leyye Vadisine ulaştık. Burada bizi vali adına valilik genel sekreteri, Kumandan Münir Paşa adına da Miralay Ahmed Bey karşıladı. Genel sekreter, babamla özel bir görüşme yaptı. Görüşmede söylediğine göre, Gâlib kabilesinin önde gelenlerinden Şerif Nasır b. Muhsin, Osmanlı ordusunun ve Şerifin mağlup olduğuna ve Şerifin öldüğüne dair asılsız şeyler uydurup söylentiler çıkarmıştı. Ertesi gün Taife vardığımızda bizi karşılayanlar arasında hükümet heyeti de vardı. Adı geçen Şerif Nasır da heyette yer alıyordu. Babam kendisini görünce çok kızdı ve derhal kovulmasını emretti. Vali babama “Özür dilerim efendimiz, ancak kendisi benimle birlikte gelmiştir...” deyince babam “Ne olmuş seninle gelmişse?” dedi. Bunun üzerine vali “Ben burada Sultanın temsilcisiyim, böyle bir muamele Sultana saygısızlık anlamına gelir” dedi. Babam hemen şu cevabı yapıştırdı: “Sultana saygısızlık etmedik bir şey mi bıraktınız ki? Burada Sultan’ı onlar değil ben temsil ederim.” Babam daha sonra Mekke kadısı ile Kumandan Münir Paşaya dönüp hatırlarını sordu. Ardından askerleri teftiş etti ve saraya gitti. Basamakları çıkarken bizimle göz göze geldi ve “Belki de yaptıklarımdan hoşlanmadınız?” dedi. Kimse kendisine cevap vermeyince "Ben sizin hoşunuza gitmeyecek şeyler duydum, ama zararı yok, bazen hoşunuza gitmeyen şeyler sizin için daha hayırlı olabiliyor” dedi. Üç gün sonra Sadrazam’dan şöyle bir telgraf geldi: Sultan hazretleri zat-ı âlinizin, Hicaz valisi Hâzim Bey’in yanında sizi karşılamak üzere canla başla koşup gelen Şerif Nasır b. Muhsin’e gösterdiğiniz çirkin muameleden haberdar olmuşlardır. Sultan hazretleri, adı geçen Şerif’i yüce makamınıza çağırıp gönlünü almanızı arzu etmektedirler. Babam telgrafa şöyle cevap verdi: Şerif Nasır b. Muhsin’in kötü muamele görüp huzurumdan kovulmasını gerektiren şeyler şahsî meseleler değildir. Dolayısıyla pişmanlık belirtmemi gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Üstelik adı geçen şahsın, benimle birlikte olan askerlerin yenilgisi ve dağılması hakkında çıkarttığı söylentiler burada bir ayaklanma çıkarma amacına matuf olduğundan, gördüğü muameleyi zaten hak etmiştir. Bana bu haberi veren valiliğin genel sekreteridir. Ayrıca bizzat vali de durumdan haberdardır. Bu tür yağdanlık ve fesatçılarla iş tutmak âdetim değildir. Sadrazam hemen yeni bir telgrafla cevap verdi: Bâbıâlî, bir önceki telgrafta öğrenmiş bulunduğunuz Sultanın arzusuna muhalefet ettiğinizi görmezden gelemez. Bu telgrafla aynı arzuyu teyit ediyor ve Sultan hazretlerinin bir an önce sonucu beklediğini bildiriyoruz. Babam da acilen şu cevabı gönderdi: Sultan hazretlerinden sonra bu ülkenin en büyük makamında ben oturuyorum ve bu durum kendime olan saygımı artırıyor. Ayrıca, Sultan hazretlerinin bu kadîm merkezden vazgeçmek arzusunda olduklarını hiç zannetmiyorum. Sultan hazretlerinin zatının nüfuzunu görmezden gelmesine imkân bulunmayan Bâbıâlî nasıl olur da üzerinde hâlâ Sultan için kazandığı zaferden dönüşünün izlerini taşıyan bir adama böyle ağır ithamlarda bulunabilir? Her halükârda, Bâbıâlî yapılması gerekeni yapmakta özgürdür. Bu telgraftan sonra Bâbıâlî’den bir cevap çıkmadı. Derken Ramazan ayı geldi. Devlet heyetiyle emirlik yönetimi arasındaki soğukluk ay boyunca sürdü. Arefe gecesi, jandarma kumandanı Osman Bey, Emir’in çocuklarının dairesine geldi ve rahmetli Melik Ali’ye “Vali, Emir’i ziyaret edip özür dilemek üzere bir telgraf aldı. Efendimiz kendisiyle görüşmeyi kabul ederler mi?” diye sordu. “Şüphesiz kabul eder, ancak buyurun bu arzuyu kendiniz ifade edin” dedik. İzin isteyip babamın huzuruna çıkınca Osman Bey “Efendimiz nasıllar? Neden bizden ayrı duruyorlar?” diye sordu. Babam “Devlet, benim kendi hakkımı korumaktan aciz olduğumu bildiğine göre, devletin haklarına hiç riayet edemeyeceğimi de biliyordur herhalde” diye cevap verdi. Osman Bey ileri çıkıp babamın elini öptü ve maruzatını arz etti. Babam “Buyursun gelsin. Vali eski arkadaşımdır. Vaktiyle Şûrâ-yı Devlet’in dâhiliye bürosunda birlikteydik. Yarın bayram namazında buluşalım. Sonra birlikte saraya geliriz. Ayrıca biz de her zaman yaptığımız gibi valilik ve kumandanlığı ziyaret ederiz. Böylesi daha uygun ve güzel olur” dedi. Ertesi gün de her şey istediği gibi gerçekleşti. Tam bunun akabinde, İtalyanlar Trablusgarb a saldırdılar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gitti, yerine “Şâpur Said” diye bilinen Said Halim Paşa geldi. Babam Sadrazam’a şöyle bir telgraf çekti: Sadrazamlık makamı ile emirlik makamı arasında şu tarihlerde yapılan telgraf yazışmalarını incelemenizi rica ediyorum. Ayrıntıları orada bulacaksınız. Yirmi sekiz saat sonra, Vali Hâzim Bey görevden alınıp Beyrut valiliğine atanmıştı bile. Vali görevden alındığı sırada babam “İsteklerine boyun eğmiş olsaydım, bir daha başımı kaldıramazdım” dedi. Vali Hâzim Bey’den bahsetmişken, eski Sadrazam İbrahim Hakkı Paşanın kendisini tuttuğunu da söylemeliyim. Babam Kûz Ebu’l-îr savaşında kendisine yardımcı olmak üzere beni çağırdığı zaman, Hicaz’a dönmeden önce veda ziyareti için yamna gittiğim İbrahim Hakkı Paşa bana şunları söylemişti: “Büyük Britanya elçisi, (el-Arrâfe adıyla meşhur) Suûd b. Abdülaziz b. Suûd’dan ve babanızın kendisine yardımcı olmasından müştekidir. Babanız Şerif hazretlerinin sürekli kendisine yardım etmesi sayesinde Suûd, Necid emiri Abdülaziz b. Abdurrahman el-Faysal’a zarar verebilmektedir. Emir Abdülaziz’in Hint hükümeti ile bağlantıları vardır. Kendisi, adı geçen Suûd’un böylesi girişimlerden uzak durmasını talep ediyor.” Sadrazam bunları söyledikten sonra şöyle ilave etmişti: “Babanızın ellerinden öperim. Rica ederim İngilizlerle aramızda yeni problemler çıkarmasın. Ben bu problemlerin peşinden koşturabilecek durumda değilim. Kuveyt meselesi hâlâ herkesin aklindadır...” İşte, o dönemde işler bu minval üzereydi.
Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Kitabı benim için okumak çok meşakkatli oldu. Bunun birkaç sebebi var evvela hâtıratın başında ismi geçen kişileri araştıramadım çünkü aynı adda yüzlerce kişi var sonra objektiflikten uzak kısımlar beni sürekli öfkelendirdi. Arap bölgelerine gereken yatırımın yapılmaması şeklindeki ithamları - ki bu ithamların belki en yumuşak olanıdır- lânet okumama yetti. Padişahların şahsi servetlerinden Mekke'nin yetimlerine kadar verdikleri sadakalar Şeriflerin gözlerini doyuramamış besbelli. Bugün Anadolu halen kalkınabilmiş değildir ama Kral Abdullahın yatırım yapmamakla itham ettiği bölgeler zekatlarını Anadoluya verse sanırım Anadolu çok hızlı kalkınır Sonra öldürülen Yemen asîlerine Türk askerlerinin çok şedit davrandığı bahsolunuyor. Af buyrulsun... Türk askerlerinin karnını deşenler Şerif'in askerleri degil mi? Bugün bile Araplar Peygamberin hadislerine rağmen cesetlere iğrenç muameleler göstermiyorlar mı? Kaddafiyi döve döve öldürenler cesedini sürükleye sürükleye parçalayanlar kimler? Nihayet Şerifler layığını buldu makam için Türk askerinin kanına emek bandılar ve o makam onlara da yar olmadı ve sonsuza kadar da olmasın. Ürdün'de de iktidarı kaybettiği günleri göreceğiz yakın o zamanlar çok yakın. (Ömer Aybars)
Gerçekten Arap Ayaklanmasını başlatan aktörlerin en önemlilerinden birinin yazdığı kitabı okumak heyecan verici. Kitap onların tarafından bakmayı bize öğretiyor. Tabi bir kaç yanlış ile birlikte. Kral Abdullah'a göre Haşimi hanedanının aslında Osmanoğulları ile hiç bir sorunu yoktu taki İttihat Terakki cemiyeti çıkana dek. Kendilerince haklı oldukları bir kaç olay sonucunda böyle bir ayaklanmayı başlatıyorlar. İlgimi çeken bir kaç hususa değinelim. Türklerin arapları aşağıladıklarını söylüyor. Oysaki kendileri İslamın hadimleriydiler! Hafif bir ırkçılık söz konusu ki Arap kardeşlerimizde asabiyet en son aşılan durumlardan. Kral Abdullah'a göre sadece arapların olduğu bir Krallık hayali gerekli bir şeydi. Bende katılıyorum. Olabilir. Anlayamadığım nokta neden Osmanlı hakimiyetinden çıkmak için bu kadar uğraşan Haşimiler, neden ingilizleri dost edindiler? O işler karışık. Kendisi bu mevzuya hiç değinmediği gibi aynı zamanda İngiliz dostluğunu devam ettirmekle birlikte şunu söylüyor; "Başlattığımız bu Arap İsyanı Suud yönetiminin eline geçecek olduğunu bilseydik, Osmanlı'nın hakimiyeti altında kalırdık." Kitap bence bu taraftan birinin yazdığı kitabı okuduktan sonra okunacak bir kitap. Yani öyle okunursa iki tarafı anlamak açısından iyi olur. Şimdilik aklıma gelenler bunlar. (N. E. A.)
Kitap Arapların bir kısmının neden ayaklandığını ve ayaklanmadan sonraki süreci ayaklanmanın liderlerinden olan Kral Abdullah’ın gözünden aktarıyor.Kral Abdullah Türklerin mecliste ve ülke yönetiminde Araplara ve diğer ırklara yeterince yer vermediklerini bencilce davrandıklarını dolayısıyla Arapların artık kendi kendilerini yönetmeleri gerektiğini düşünüyor.Ayrıca kitap göze batacak derecede Arap ırkını yüceltici bir bakış açısıyla yazılmış.Esasen Kral Abdullah’ın konumu Osmanlı’yı eleştirdiği noktadadır.Kendisi de Arapları üstün bir topluluk olarak görmektedir. Tarihin akışında her ırkın kendi devletini kurarak yaşamayı istemesinden daha doğal bir şey yoktur.Ancak Arap ayaklanması İngilizlere yaslanarak İslam düşmanlarıyla işbirliği yaparak ve ümmetin yararına olacak her şeyi kenara bırakıp Efendimiz’in (sav) sonuna kadar mücadele ettiği asabiyetin peşinden giderek gerçekleştiği için bir ihanettir.Ve Kral Abdullah ‘Her devlet bir büyük devletle bağlantı hâlindeydi ve onlara verdikleri sözlerin dışında hareket etme imkanları yoktu.’ diyerek eleştirdiği Arap liderlerinden bir farkı olmadığının farkında bile değildi.Büyük Britanya ve Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’da sağlam bir demokrasi inşa edeceğine şüphesiz inanmıştı.Kitabında Filistin’e oldukça az yer vermesi,ümmetin temel meselelerinden birine sırt çevirmesi ve sözlerini Britanya’ya,Kral’a ve Churchill’e minnet ifadeleriyle tamamlaması ölene kadar fikirlerini değiştirmediğinin göstergesidir. (zeynepp)
Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? PDF indirme linki var mı?
Kral Abdullah - Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik? PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Kral Abdullah Kimdir?
Hicaz Emiri Hüseyin bin Ali'nin (Şerif Hüseyin) oğlu olan Abdullah, İngilizlerin desteğiyle 1921 yılında Mavera-i Ürdün Emirliği'nin başına geçti.[1] Önce Paeke Paşa'ya, sonra da Glubb Paşa'ya örgütlettiği "Arap Lejyonu", Kerkük-Hayfa petrol boru hattının korunmasını sağladı. II. Dünya Savaşı sırasında emirlik sınırları dışına müdahalede bulundu. 1946'da İngiltere ile imzalanan bir ittifak anlaşmasından sonra ülke bağımsızlığına kavuşunca 1949 yılında ilk Ürdün kralı olarak taç giydi. Suriye ve Lübnan'ı içine alacak bir devlet kurmaya çalışırken öldü.
Emir Abdullah Efendi, ömrünün sonuna kadar İngilizlerin sadık dostu olarak kaldı. Sarayında muhafız olarak Çerkezleri konuşlandırmış ve oğlunun da iktidarda sorunsuz kalmasını sağlamıştır. Haşimi soyundan olduğu iddiasıysa günümüze kadar ispatlanamamıştır.
Kardeşi Faysal da yine İngiliz dostları sayesinde Irak emiri olmuştur. İngilizler Osmanlı İmparatorluğu'nun Arap Yarımadası'ndan çekilmesinde etkin rol oynayan bu aileden baba Şerif Hüseyin'i Hicaz'a, oğullarını da Irak ve Ürdün'e emir tayin etmiştir.
I. Abdullah 1951'de Kudüs'te cuma namazı çıkışında bir Filistinli tarafından yapılan suikast sonucunda öldürülmüştür
Kral Abdullah Kitapları - Eserleri
- Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?
Kral Abdullah Alıntıları - Sözleri
- Yükseliş ve hükümdarlığın en önemli sebepleri iman, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır.. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- ...gösteriş meraklısı Türkler çok konuşurlar ama hiçbir şey yapmazlar... (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Şeyh Osman her birimiz için günde yüz satır yazma ödevi veriyordu. Kendisiyle şöyle ilginç bir anım da vardır: Hocam rahmetlinin sürekli diş etleri kanar ve ağzı kokardı. Hokkalarımız eski tarzda yapılmıştı. Yani, hokkanın kenarında bir boru olur, koruma amacıyla kamış bunun içine yerleştirilirdi. Önceden kullanılmış kâğıtlar ise tasarruf amacıyla silinir ve aharlanarak tekrar kullanılırdı. Hocanın kötü bir âdeti vardı, daha doğrusu ağzı kanayıp koktuğu için bu adet çok kötü görünüyordu. Kamışı ağzına alarak tükürüğüyle ıslatır, bu yüzden de kamışların ucu kan olurdu. Dolayısıyla kamışı kullandıktan sonra tekrar hokkanın içine batırdığı zaman kan ve tükürük mürekkeple karışır ve pis bir sıvı oluşurdu. Bir gün dayanamayıp kölelerin bulunduğu iç avluya geçtim ve bir leğen dolusu çok acı kırmızı biber buldum. Biberleri bir güzel öğüttüm ve rahmetli kardeşim Faysal’ın hokkasına doldurdum. Ertesi gün kardeşim benden sonra gelip yazdıklarını hocaya gösterirken bir köşede dikilip olacakları izlemeye başladım. Hoca kalemi ağzına alınca diş eti ve dudaklarında biberin acılığını hissetti ve rahatsız oldu. Derken durumu giderek kötüleşti ve su istedi, artık ağzı yüzü şişmişti. Hoca hokkayı kontrol etmek için bakınca bir de ne görsün: Ağzına kadar biber dolu! Hemen kardeşimi falakaya yatırdı ve cezalandırmak istedi. Kardeşim bir yandan ağlıyor, bir yandan da hiçbir şey yapmadığına yemin ediyordu. Bense katıla katıla gülüyordum. Hocanın yardımcısı beni görünce “Ne diye gülüyorsun?” diye azarladı. Hemen büyük babaannemin yanına kaçtım ve olanları anlatıp kardeşimi kurtarmasını istedim. Zaten o sırada biber leğeninin yanında ayak izlerimi görmüşler ve bu küçük oyunu kimin oynadığını anlamışlardı. Babam olanları duyunca beni çağırttı, ben yine babaannemin yanına sığındım. Bunun üzerine babam kendisi geldi ve cezalandırılmam için beni hocaya götürmek istedi. Babaannem beni babama vermiyor ve oyunumun sebebini dinlemesini istiyordu. Olan biteni babama anlatınca öfkesi geçti ve gülmeye başladı. Bu olaydan sonra Osman Hocaya bir kese dolusu para verdiler ve beni bağışlamasını istediler, hoca da bağışladı. Birkaç gün sonra olayı babamın amcası ve Mekke emiri rahmetli Şerif Avnürrefık b. Muhammed de duymuştu. Beni çağırttı, yanına vardığım zaman gülmeye başladı ve şaşkınlığını gizleyemeyerek “Ne akıllı çocuk!” dedi. Sonra da Şeyh Osman’ın ve diş doktoru Abdülgaffar’ın getirilmesini istedi. Hoca gelince Şerif “Osman Hoca! Gördüğün gibi sen bizim çocuklara hat öğretirken onlar sana nezaket öğretiyorlar. Abdülgaffar! Gel buraya da şu hocanın dişlerini söküver!” dedi. Bunu duyan hoca feryad ü figan içinde benden yardım istemeye başladı. Oysa Şerif sadece şaka yapıyordu, kendisi çok şakacı biriydi. Gönlünü almak için hocaya bin beş yüz riyal ödül verdi ve dişlerini tedavi ettirmesini istedi. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Yükseliş ve hükümranlığın en önemli sebepleri iman, birlik, yürütmede kararlılık ve güvendir. Çöküşün sebepleriyse ayrılık, inanç farklılığı, kin ve düşmanlıktır. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Osmanlı'nın Yönetim Şekli Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] önce Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden farklı bir yönetimle idare ediliyordu. Bu idare gayet sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim sayesinde Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı. Osmanlı Devleti yönetim açısından çağdaşlarına göre çok daha iyi durumdaydı. Osmanlı’da bilinen ilk makam, kazaskerlik makamıdır. Kazasker şehrin en büyük yargıcıydı ve savaşlarda orduda yer alırdı. Savaş için şehirden ayrıldığı zaman kazasker vekili namıyla yerine birini bırakırdı. Osmanlı Devletinde kadılar ordu kumandanları gibi itibarlıydı. Sonra imparatorluk idaresi kuruldu ve eyaletlerin başına Beylerbeyi veya diğer adıyla Mîr-i Mîrânlar getirildi. Bunlara Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi denirdi. Her beylerbeyinin yönetiminde, mutasarrıflıklar ve vilayetlerle ilgilenen divanlar kurulurdu. Başıbozuk askerlerin idaresinden de bunlar sorumluydu. Kadılar da yönetici sayılırlardı. Devlet savaşa girmeye karar verdiği zaman askere ihtiyaç duyunca Beylerbeyi ve divan üyesi yöneticiler gözetimleri altındaki askerleri toplayıp orduya katılırlardı. Yönetim, divan-ı hümâyundaki sadrazamın idaresi altında aşağı yukarı bu şekilde devam etmişti. Gülhane Hatt-ı Hümâyunundan sonra vilayetler yeni bir yönetime kavuşturuldu. Aynı şekilde orduya da yeni bir düzen getirildi. 1293 [1876] yılında Kanun-ı Esasi ilan edilince, Meşrutiyete geçildi ve Araplar devletten ayrılana kadar bu yönetim uygulandı. Rahmetli babamın yönetimi sırasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine yol açan en büyük fikir değişikliği, Asîr savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha önce gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında, Asîr mutasarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi kuşatmış, sonra da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın aracılığıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı. Babam Hicaz’da bulunan Osmanlı kuvvetleri ve jandarma süvari birlikleri ile Medine hecin süvarileri birliğini de yanına alarak yola çıktı. Ayrıca el-Kunfuze’de kendilerine katılmak üzere, Destek Kuvvetleri adıyla bir birlik daha oluşturdu. O dönemde ben Mecliste bulunuyordum. Babam beni çağırınca Meclis’ten izin aldım ve Hicaz’a geldim. Ayrılırken Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bana “Baban çağırdığına göre muhakkak sana bir görev verecek” demişti. Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey ise “Devlet niçin babanın nüfuzundan faydalanmak istiyor? Devletin şahısların nüfuzundan faydalanmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?” demişti. Kendisine “Siz de bir vekilsiniz. Başkanlık görevinizi yardımcınıza bırakıp sıradan bir vekil gibi hükümete soru önergesi sunabilir veya açıklama isteyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz mesleğe böylesi daha çok yakışır. Devlet, ileriki nesiller boyunca da kendisine bağlı Arapların nüfuzuna muhakkak ihtiyaç duyacaktır, tabi iki taraf da hayatta kalırsa” diye cevap verdim. Mekke’ye vardığım zaman, rahmetli Hidiv hazretlerine uğradım. Kendisi Seyyid Muhammed b. İdrisî’yi severdi. Bu yüzden yardımcı olabileceğini düşündüm. Ayrıca duyduğum kadarıyla devlet Hidiv’den Seyyid İdrisî’ye tavsiyede bulunmasını istemiş, o da sadece tavsiyede bulunmakla yetinmişti. Hidiv beni görünce “el-İdrisî’yi cezalandırmaya gidiyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. “Şimdi yaz mevsimi ve Tihâme sıcak olur. Hava biraz düzelene kadar seferi erteleseniz?” dedi. “Bilemiyorum, belki de ordu doğu tarafından gider. Eğer daha fazla gecikirsek, Ebhâ’nın düşmesine sebep oluruz, bu yüzden muhakkak harekete geçmeliyiz” diye karşılık verdim. Hidiv “Duyduğum kadarıyla Arap kamuoyu bu karardan pek memnun değil” dedi. “Kamuoyu, ortaya çıkması muhtemel bazı tehlikelerin farkında değil. Eğer güney bölgesi Araplardan ayrılırsa cahil idarecilerin eline geçecek. Bu da yabancıların oraları işgal etmesini kolaylaştıracak” cevabını verdim. Bunun üzerine “Allah yardımcınız olsun. Ancak mümkün olduğu kadar veba ve sıcaktan kendinizi korumaya bakın” dedi. Hakikaten de, ordu içinde kolera salgını baş gösterdiği zaman bu uyarısını hatırladım. Kûz Ebu'l-fr Savaşı Haşimî birlikleri havanın kaynadığı, yazın en sıcak günlerinde yola çıkıp Kunfuze’ye vardı [3 Mayıs 1911]. İnsan, ateş gibi yanan toprağa ayağını basamıyordu. Kunfuze’de yerli halk dışında etraftaki bedevilerden hiç kimse yoktu. Bizimle birlikte, üç bin askerden mürekkep üç nizamî tabur vardı. Hazırlıklar yapıldıktan sonra Kûz Ebu’l-îr e doğru hareket edildi. Burada, Seyyid el-İdrisî’nin komutanlarından İbn Harşân ve Tihâme aşiretleri bulunuyordu. Ben yukarıda bahsettiğim taburlara ve topçu birliğine ek olarak, iki yüz atlı ve bin hecin süvarisini yanıma almıştım. Rahmetli [kardeşim] Melik Faysal’la birlikte yola çıktık. Askerî birlikler gece yürüyüşleri için yeterince eğitilmediklerinden, Türk kuvvetleri umulan vakitte gerekli mesafeyi kat edemedi ve dokuz saat gecikti. Kunfuze’nin güneyinde, deniz kenarında bir yere ulaştık. Ümmud-Debbe adlı bu yerde, içilebilir bir su vardı. Üç saat dinlendikten sonra yola devam ettik. Gün battığında yumuşak kumlu büyük bir ovanın kenarına gelmiştik. Doğumuzda deniz, önümüzde sık ağaçlarla kaplı Yaba Vadisi vardı. Birinci ve ikinci tabur peş peşe gidiyor, onların arkasından levazım birliği yürüyordu. Üçüncü tabur en arkadan geliyordu. Sol tarafta ise, Emir (Melik) Faysal'ın idare ettiği Haşimî süvarileri bulunuyordu. Her iki kuvvet de benim emrim altındaydı. Üç taburun kumandanı ise Çerkez Zeki Paşa idi. Biraz önce bahsettiğim yere geldiğimizde, daha önce bir grup atlıyla birlikte orman tarafına gözcü olarak gönderilen Dayfullah el-Abbûd adlı şeyh geldi ve ormanın asker dolu olduğunu söyledi. Tam o sırada diğer gözcü grubu da birdenbire çıkageldi. Sonra da öncü süvari birliği mağlup vaziyette geri döndü ve batıdaki denize doğru yöneldi. Birdenbire ormanın içinden yoğun bir ateş açıldı. Zeki Bey’e durmasını söyleyip ilk taburu avcı taburu olarak sürmesini, İkincisinin ihtiyat taburu olarak kalmasını, levazım birliğinin ve Haşimî kuvvetlerinin ise bekletilmesini emrettim. Düşmanı yenmeyi başarırsak, uygun bir vakitte Haşimî kuvvetlerini hücuma geçirecek ve orman tarafına doğru düşmanı takip edecektim. Zeki Paşayla birlikte emri kaleme alıp imzaladıktan sonra Emir Faysala ve tabur komutanlarına gönderdik. Sonra ilerlemeye devam edip ormanda gizlenen birliklerle çarpıştık ve onları tepeleyip bir miktar içeri doğru girdik. Fakat daha saldırı vakti gelmeden ve hücum emri verilmeden, destek kuvvetlerinin hızla hücuma kalktığım gördük. Oysa önlerinde sadece ekin tarlaları vardı. Zeki Beye “İhtiyat taburunu destek kuvvetlerinin bulunduğu sol tarafa doğru ilerlet. Yoksa çok yakında yenilecekler” dedim. Zeki Bey o sırada kuvvetlerinin başından ayrılamayacağını, emri bizzat iletmemi istedi. Daha konuşmamızı bitirmemiştik ki emir subayım “Efendimiz! Sola bakınız!” diye bağırdı. Bir de ne göreyim, destek kuvvetleri tozu dumana katmış vaziyette gerisin geri geliyordu. Bu sırada ben ikinci taburun bulunduğu yere varmıştım. Tabur komutanı İsmail Beye “Taburuna ilerlemesini söyle ve birinci taburun solunda cephe al. Levazım birliğine söyle Ümmü’d-Debbe’ye dönsünler. Üçüncü tabur da ihtiyat olarak beklesin” dedim. Ama komutan atının yelesine yapışmış kusuyordu! Gördüklerim hiç hoşuma gitmediği gibi, komutanın korkaklığı canımı sıktı. Emri tekrar ettim ama beni duymazlıktan geldi. Tam o sırada sol taraftan üzerimize yoğun ve ürkütücü bir ateş açıldı. Üç çeyrek sonra, durumumuz son derece kritik hale gelmişti. Tam o sırada yetişen bir hecin süvari birliğini kumların oradaki cephe ile tuzlu topraklar arasına yerleştirdim ve elimden geldiğince savunmaya devam ettim. Aynı anda başta yenilgiye uğrayanların bir kısmı toparlandı ve yardımıma geldi. Bunlar askerlikteki ustalıklarıyla meşhur Facir b. Şüleyveyh, Hubeylîs eş-Şeybâni, Fehd el-Arrâfe b. Suûd gibi süvarilerdi. Ayrıca bazı şerifler de gelmişti. Derken Şerif Şakir b. Zeyd de bana katıldı. Osmanlı güçlerini zor durumdan kurtarabilmek için tek yapabileceğimiz şey sebat etmekti. Sonuçta, üç taburdan yalnızca yetmiş kişi kurtuldu. Ümmü’d-Debbe’ye yeniden saldırı başlatıldığında yerinden son ayrılan ben oldum. O sırada, Îdrisî’nin sağ kanadının komutanı İbn Hayra öldürülmüştü. Ertesi gün büyük kayıplar vererek Kunfuze’ye ulaştık. İdrisî’nin adamları o gece veya ertesi gece yeniden saldırsalar hepimizi öldürebilirlerdi. Ancak onların kayıpları daha büyüktü. Kûz Ebu’l-îr Savaşı ve savaşta Arap destek kuvvetlerinin geri çekilmesi, Miralay Nazif Bey komutasındaki Türk birliklerinin bizim hakkımızda kötü düşünmeleri için başlangıç teşkil etti. Daha önce Yemen, Asîr, Cebel-i Dürûz, Kerek ve diğer yerlerde karşılaştıkları benzer hareketleri unutmuş görünüyorlardı. On beş gün sonra, yeni gelen kuvvetlerle bir daha saldırıya geçildi. Bu defa bütün kuvvetlerin başında Şerif Zeyd b. Fevvâz vardı. Benim de kendisiyle birlikte saldırıyı idare edecek komutanlardan biri olmam emredilmişti. Sabahleyin Kunfuze’den çıkıp öğlen Ümmud-Debbe’ye vardık. Türk kuvvetleri şunlardan meydana geliyordu: a) Zeki Bey’in komutasında, her biri sekiz yüz elli askerlik üç nizamî tabur, b) Kaymakam İsmail Bey komutasında üç redif taburu ki bunların sayısı bin iki yüz kişiydi, c) Yemenden getirildiği için Yemen taburu olarak bilinen, Ziyaeddin Bey komutasındaki tabur. Bütün bu kuvvetlerin başında Miralay Nazif Bey vardı. Destek kuvvetleri ise at ve deve sayısı bakımından önceki savaşta olduğu gibiydi. Öğle vakti harekete geçtik. Ordu ilk savaşın yapıldığı yere geldiğinde vakit gurub saatiyle on bir olmuştu. İdrisî’nin güçleri ilk konumlarını koruyorlardı. Yine ağır bir ateşle ilk saldırıyı başlattılar. Nazif Bey, Şerif Zeyd’e “Ne emredersiniz?” diye sordu. Şerif “Siz bana görüşünüzü bildirmeden ben emrimi söylemeyeceğim. Eğer dikkate alınması gereken uyarılarda bulunursanız bunlara kulak veririm” dedi. Sonra bana döndü ve “Sen ne dersin?” dedi. “Geceyi burada geçirmeli ve sabahleyin saldırmalıyız. Çünkü gece yapılacak askerî harekâtın başarısız olmasından endişe ederim. Burası ormanlık bir arazi ve giriş çıkışını bile bilmiyoruz” dedim. Nazif Bey ‘“Yedi tabur Osmanlı askeri bir grup bedevi tarafından durduruldu’ desinler diye böyle söylüyorsun değil mi?” diye patladı. Ben kendisine “Bu benim görüşümdür, böyle yazabilirsiniz” dedim. Sonra Yüzbaşı Bahaeddin Beye dönerek “Sen ne dersin?” dedi. Bahaeddin Bey “Şu güneşin battığı ve gecenin bastırdığı saatlerde atacağınız her adım sizi mağlubiyete daha da yaklaştırır. Ben de Abdullah Bey’le aynı fikirdeyim” dedi. Nazif Bey “O halde geceyi burada geçiriyoruz, emirleri şu şekilde yazın: Zeki Bey’in alayı ön tarafa, Said Bey’in alayı sol tarafa, erzaklar ortaya, Yemen taburu arkaya yerleşsin. Haşimî destek kuvvetleri de sağda dursun” dedi. Emir yazılınca Şerif Zeyd’e arz edildi ve onun da onayından geçti. Benim, Zeki Bey’le öndeki birlikte bulunmam emredildi. Melik Faysal, Haşimî kuvvetleriyle sağa geçti, Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Nazif Bey komuta merkezinde kaldılar. Kurşun yağmuru altında ilerledik. Öncü birlikler iki taburdan oluşuyor, her taburun bir kısmı ihtiyat olarak bekletiliyordu. Üçüncü tabur ise herkes adına ihtiyat olarak duruyordu. Dörtlü bir yerleşim planı uygulamıştık: Biz güney tarafında mevzilenirken, Said Bey’in alayı doğu tarafında, Yemen taburu kuzeyde, Haşimî kuvvetleri de batıda mevzilenmişti. Yerleşimi bitirir bitirmez, Yemenliler üzerimize kırk dakika süren etkili bir saldırı başlattılar. Kuvvetli bir ateşle kendilerine karşılık verilince geri çekildiler. On beş dakika sonra doğu cephesine yeniden saldırdılar ama yine aynı karşılığı aldılar. Açık taraftan ateşe maruz kalma tehlikesi bulunduğu için, her birimiz önümüze birşeyleri siper etmiş vaziyette yüzükoyun yere yatmıştık. Yemenlilerin saldırıları sona erince bizim sağ cenahta büyük bir gürültü koptu. Çünkü saldırı sırası destek kuvvetlerine gelmişti. Saldırı önce gevşer gibi olduysa da bir kere daha yapıldı, en sonunda tamamen durdu. Sonra Yemen taburu, genel ihtiyat birliklerinden aldığı destekle saldırıya geçti, ancak bu saldırı da çok sürmedi ve geri döndüler. Artık gece boyunca sabaha kadar saldırı olmadı. Yemenlilerin ne zaman bir el ateş ettiklerini duysam, bizim taraftan binlerce ateşle karşılık veriliyordu. Bu durumlarda bizim cephelerde derhal ateşkes borusu çalıyordu. Saat dörtten sonra komuta merkezine çağırıldım. Merkezde Şerif Zeyd ve Nazif Bey vardı. Bana “İsabetli kararınız sayesinde kuvvetlerimiz kurtuldu. Geceleyin yola devam etsek kaybımız büyük olacaktı” dediler. Ben “Önceki savaşta edindiğim tecrübe bu kararı almama yol açtı” dedim. “Ön cephede durum nasıl?” diye sordular. “Herşey yolunda, askerler akşam yemeklerini yediler ve her birine iki matara su verildi. Endişeye mahal yok” diye cevapladım. O gece rahat bir uyku uyuyamadık. Sabah olunca önce kalk borusu çaldı, ardından müezzin sabah ezanını okudu. Her yanda Yemenlilerin tekbir sesleri duyuluyordu. Herkes olduğu yerde namazını kıldı. Sonra askerlerin saf tutmaları emredildi. Bu arada ordu müftüsü Saf suresini okuyordu. Ardından topçularımız ormana doğru, her tarafı dümdüz eden yoğun bir bombardıman başlattılar. Şeyh Baytarı komutasındaki Yemenlilerin sol cenahı, sancaklarıyla birlikte aniden ormandan çıkıp açık araziye geldi. Bunu gören Haşimî süvari birliği deniz tarafından saldırdı. Aynı anda topçu birliği de bunların üzerine yoğun bir ateş başlattı. Rüzgârın önündeki yaprak gibi sağa sola dağıldılar ve geriye doğru kaçtılar. Haşimî süvari birlikleri bunları takip için peşlerinden gitti. Benim de içinde bulunduğum Zeki Beyin alayı ilerleyip ormana girince birden karşımızda peştamallarıyla Yemenlileri bulduk. Üzerlerinde kılıç kemerleri ve hançerlerinden başka şey yoktu. Her biri askerlerimize bir iki el ateş etti, sonra hançerlerini çekip üzerimize saldırdılar. Bunun üzerine Türk kuvvetleri kendilerine yoğun bir ateşle karşılık verdi ve birçoğunu öldürdü, kalanlarını da yakaladı. Bu arada Said Bey’in alayının bulunduğu taraftan gelen tüfek ve top seslerini duyuyorduk. Ama biz yaklaştıkça sesler uzaklaşıyordu. Durumu fark eden Zeki Bey “Tehlikedeyiz, çünkü düşman bizim sağ, orta ve sol cenahlarımızın arasını açmayı başardı” dedi. Bu sırada karargâhta iki birlik ve bir top vardı. Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Miralay Nazif Bey karargâhtaydı. Zeki Bey “Askerin daha fazla ilerlememesini emrediyorum. Şu büyük ağaç senin için işaret olsun. Karargâha git ve bizimle Said Bey’in kuvvetleri arasında kalmalarını söyle. Said Bey’in şimdi çabucak gelip sol taraftan hizamıza geçmesi gerekiyor. Haşimî kuvvetlerine ulaşmaya artık imkân kalmadı” dedi. Karargâha vardığım zaman sadece Şerif Zeyd b. Fevvâz’ı gördüm. Yanında yüz elli hecin süvarisi ile yaşlı şeyhler ve şerifler vardı. Nazif Bey’in nerede olduğunu sordum. “İki birliği ve topu alıp Ebhâ’nın yukarısındaki Kadiye kuyusuna gitti, Melik Faysal da yanında” dediler. “Melik Faysalın askerlerine ne oldu?” diye sorunca da “Saldırının başladığı günden beri kendilerini görmedik” dediler. Hemen emir subayımı, kendisini Kadiye’ye götürecek bir rehberle birlikte Zeki Beye gönderdim. Artık müfreze komutanı ve karargâh oradaydı. Ben de kendi adamlarımı alıp yola çıktım. Beş dakika yol almıştık ki birden çıplak bir araziye çıktık. Buradan Ka'diye’yi görebiliyorduk. Nazif Bey’le iki bölük de oradaydılar. Topları, kısa menzilli çarpışmalar için hazırlanmış Şibra adlı gülleleri atıyordu. Biz elimizde komutanlık sancağıyla açık alana çıkınca, hecin süvarileri de bizimle birlikte olduğu için Yemenliler Nazif Bey’i bırakıp üstümüze saldırdılar. Hemen develeri çökertip yere indik. Orada, hayatımda gördüğüm en kanlı çarpışmalardan biri yaşandı. Sıcağa dayanamayan Şerif Zeyd’in, zaman zaman burnu kanıyordu. Başında beyaz bir örtüyle ayakta dikiliyordu. Kendisine ne zaman “Amca gölge bir yere geç” desem “Gölgeye geçecek olsam Taifte kalırdım. Sabredin, birazdan dağılacaklar” diye cevap veriyordu. Sonra Melik Faysal çarçabuk Miralay Nazif Bey’in imdadına yetişti. Bu sırada biz son derece zor durumdaydık. Tam o esnada levazım birliği ve Yemen taburu çıkageldi. Bu cesur askerler hemen savaş meydanına dağıldılar. Öyle ki, sağ cenahları neredeyse Kadiye’deki Nazif Bey’in askerleriyle birleşmişti. Uteybe aşiretlerinden es-Sebte’nin önderi Şeyh Cabir b. Hüleyl’le birlikte olan Şerif Zeyd saldırı emri verdi. Bunun üzerine askerler “Haydi saldırın! Haydi, saldırın!” diyerek ileri atıldılar. Biz de develerin olduğu yerden saldırıya katıldık. Haşimî sancağı bu sırada uzun boylu esmer bir adam olan İbn Cünayh’in elindeydi. O gün Yemenlileri mağlup ettik. Derken doğu tarafından gelen silah seslerini duyunca, Said Bey’in geldiğini anladık. İkindi olduğunda Kûz Ebu’l-îr’deydik. Karşımıza hiçbir Yemen kuvveti çıkmadı. Darmadağın olmuşlardı ve İbn Harşân Kahba’ya dönmüştü. Akşam namazından biraz önce doktorların raporu karargâha ulaştı: O gün koleradan iki yüz seksen asker hayatını kaybetmişti. Üçüncü gün, askerlerimizin sayısı üçte bire düştü. Aynı gün rahmetli babam da Kûz’a geldi. Çadırımın önünde nöbet bekleyen askerin sanki kurşun yemiş gibi düşüp öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Yedi bin kişilik silahlı Türk gücünden geriye bin yedi yüz kişi kalmıştı. Babam hemen Ebhâ’ya hareket edilmesini emretti. İlerledikçe hastalık da azalıyordu. Bârak ve Seniyye’de birtakım küçük çarpışmalar oldu. Sonra meşhur Sâkayn yolundan dağa doğru çıktık. Üçüncü gün dağı aştığımızda Tihâme’nin şerrinden ve vebasından artık tamamen kurtulmuştuk. Sonra Sedvân ve Esnâ Hureym savaşları oldu. İdrisîlerin komutanı Seyyid Mustafa el-İdrisî ve Seyyid Fisâl’di. Yemenliler artık peş peşe yenilgiler alıyorlardı. Türk askerlerinin köyleri yakıp masum insanları öldürmek suretiyle işledikleri zulümler, son inkılâbın [1916] ilk sebebidir. Çünkü babam Emir hazretleri olanları görünce “Türklerden Araplara hayır yok” demişti. Kendisine dört ayrı yerde, arka taraflarından sokulup ağızlarından çıkartılan kazıklara oturtularak kızartılmış kişilerin cesetleri gösterilmişti. Esnâ Hureym’de ise, başları kesilmiş ve cinsel organları ağızlarına konulmuş cesetler gösterilmişti. Bunları gören babam Nazif Beye “Nazif Bey, bu reva mıdır?” diye sorduğu zaman Nazif Bey “Bunlar da bizim kalplerimizi yakmadılar mı?” diye cevap vermiş, babamsa susmayı tercih etmişti. Ayaklanmanın Esasları Hicaz’a döndükten sonra, Şerif [Hüseyin] ayaklanmanın temellerini attı. Asîr’den dönüşünün sebebi, Kumandan ve Mutasarrıf Süleyman Paşa ile arasında çıkan bir anlaşmazlıktı. Süleyman Paşa, Bâbıâlî’den emir almadığı gerekçesiyle babamın emri altına girmek istemiyordu. Ona göre, Şerif ve Liva Mustafa Neşet Paşanın yanında gelen nizamî ordular, Bâbıâlî’den durum hakkında bir açıklama gelene kadar kendi emrinde kalmalıydı. Arapların cesetlerine yapılan saldırıları ve Osmanlı asker ve komutanlarının işledikleri haksızlıkları bizzat görmüş olan babam bu anlaşmazlıktan sonra, Ebhâ’dan ayrıldı ve Haşimî kuvvetleriyle doğu yolundan Hicaz a döndü. Yolda Şehrân ve Bîşe vadilerinden geçti. Ranye’yi doğusuna aldı ve Türbe Ovası’nm üst kısmından yola devam edip Kerâ Vadisine geldi. Bu vadinin doğu tarafında Türbe köyü ve Mısırlı askerlerin ilk Vehhâbî ayaklanması sırasında mağlup oldukları Ramâdân kalesi bulunur. Daha sonra aynı yerde, benim komuta ettiğim doğu Haşimî askerleri de Türbe savaşında mağlup olmuştur. Babam daha sonra Kerâ Vadisine yöneldi. Gâmid el-Bedv yöresini sol tarafına aldıktan sonra Hamra’daki tepenin güneyinden çöle girdi. Burası, dağın kenarından başlayan bir ovayla sınırdı. İbnu 1-Hâris, Gâmid ve Uteybe’nin sınırları burada birleşirdi. Taiften bizi karşılamaya gelenlerle burada buluştuk. Şerif Abdullah b. Zeyd b. Fevvâz ve Şerif Şeref b. Râcih b. Fevvâz bunlar arasındaydı. Sonraları kabilesine isyan eden Hurmeli Halid b. Lüey de gelmişti. Ayrıca Galib b. Lüey ve bütün diğer kabile reisleri de oradaydı. Daha sonra batıya yönelip Taife doğru ilerledik. Bol ve kaliteli hurmaları olan Nefa Vadisinden geçtik. Yolumuza devam edip Leyye Vadisine ulaştık. Burada bizi vali adına valilik genel sekreteri, Kumandan Münir Paşa adına da Miralay Ahmed Bey karşıladı. Genel sekreter, babamla özel bir görüşme yaptı. Görüşmede söylediğine göre, Gâlib kabilesinin önde gelenlerinden Şerif Nasır b. Muhsin, Osmanlı ordusunun ve Şerifin mağlup olduğuna ve Şerifin öldüğüne dair asılsız şeyler uydurup söylentiler çıkarmıştı. Ertesi gün Taife vardığımızda bizi karşılayanlar arasında hükümet heyeti de vardı. Adı geçen Şerif Nasır da heyette yer alıyordu. Babam kendisini görünce çok kızdı ve derhal kovulmasını emretti. Vali babama “Özür dilerim efendimiz, ancak kendisi benimle birlikte gelmiştir...” deyince babam “Ne olmuş seninle gelmişse?” dedi. Bunun üzerine vali “Ben burada Sultanın temsilcisiyim, böyle bir muamele Sultana saygısızlık anlamına gelir” dedi. Babam hemen şu cevabı yapıştırdı: “Sultana saygısızlık etmedik bir şey mi bıraktınız ki? Burada Sultan’ı onlar değil ben temsil ederim.” Babam daha sonra Mekke kadısı ile Kumandan Münir Paşaya dönüp hatırlarını sordu. Ardından askerleri teftiş etti ve saraya gitti. Basamakları çıkarken bizimle göz göze geldi ve “Belki de yaptıklarımdan hoşlanmadınız?” dedi. Kimse kendisine cevap vermeyince "Ben sizin hoşunuza gitmeyecek şeyler duydum, ama zararı yok, bazen hoşunuza gitmeyen şeyler sizin için daha hayırlı olabiliyor” dedi. Üç gün sonra Sadrazam’dan şöyle bir telgraf geldi: Sultan hazretleri zat-ı âlinizin, Hicaz valisi Hâzim Bey’in yanında sizi karşılamak üzere canla başla koşup gelen Şerif Nasır b. Muhsin’e gösterdiğiniz çirkin muameleden haberdar olmuşlardır. Sultan hazretleri, adı geçen Şerif’i yüce makamınıza çağırıp gönlünü almanızı arzu etmektedirler. Babam telgrafa şöyle cevap verdi: Şerif Nasır b. Muhsin’in kötü muamele görüp huzurumdan kovulmasını gerektiren şeyler şahsî meseleler değildir. Dolayısıyla pişmanlık belirtmemi gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Üstelik adı geçen şahsın, benimle birlikte olan askerlerin yenilgisi ve dağılması hakkında çıkarttığı söylentiler burada bir ayaklanma çıkarma amacına matuf olduğundan, gördüğü muameleyi zaten hak etmiştir. Bana bu haberi veren valiliğin genel sekreteridir. Ayrıca bizzat vali de durumdan haberdardır. Bu tür yağdanlık ve fesatçılarla iş tutmak âdetim değildir. Sadrazam hemen yeni bir telgrafla cevap verdi: Bâbıâlî, bir önceki telgrafta öğrenmiş bulunduğunuz Sultanın arzusuna muhalefet ettiğinizi görmezden gelemez. Bu telgrafla aynı arzuyu teyit ediyor ve Sultan hazretlerinin bir an önce sonucu beklediğini bildiriyoruz. Babam da acilen şu cevabı gönderdi: Sultan hazretlerinden sonra bu ülkenin en büyük makamında ben oturuyorum ve bu durum kendime olan saygımı artırıyor. Ayrıca, Sultan hazretlerinin bu kadîm merkezden vazgeçmek arzusunda olduklarını hiç zannetmiyorum. Sultan hazretlerinin zatının nüfuzunu görmezden gelmesine imkân bulunmayan Bâbıâlî nasıl olur da üzerinde hâlâ Sultan için kazandığı zaferden dönüşünün izlerini taşıyan bir adama böyle ağır ithamlarda bulunabilir? Her halükârda, Bâbıâlî yapılması gerekeni yapmakta özgürdür. Bu telgraftan sonra Bâbıâlî’den bir cevap çıkmadı. Derken Ramazan ayı geldi. Devlet heyetiyle emirlik yönetimi arasındaki soğukluk ay boyunca sürdü. Arefe gecesi, jandarma kumandanı Osman Bey, Emir’in çocuklarının dairesine geldi ve rahmetli Melik Ali’ye “Vali, Emir’i ziyaret edip özür dilemek üzere bir telgraf aldı. Efendimiz kendisiyle görüşmeyi kabul ederler mi?” diye sordu. “Şüphesiz kabul eder, ancak buyurun bu arzuyu kendiniz ifade edin” dedik. İzin isteyip babamın huzuruna çıkınca Osman Bey “Efendimiz nasıllar? Neden bizden ayrı duruyorlar?” diye sordu. Babam “Devlet, benim kendi hakkımı korumaktan aciz olduğumu bildiğine göre, devletin haklarına hiç riayet edemeyeceğimi de biliyordur herhalde” diye cevap verdi. Osman Bey ileri çıkıp babamın elini öptü ve maruzatını arz etti. Babam “Buyursun gelsin. Vali eski arkadaşımdır. Vaktiyle Şûrâ-yı Devlet’in dâhiliye bürosunda birlikteydik. Yarın bayram namazında buluşalım. Sonra birlikte saraya geliriz. Ayrıca biz de her zaman yaptığımız gibi valilik ve kumandanlığı ziyaret ederiz. Böylesi daha uygun ve güzel olur” dedi. Ertesi gün de her şey istediği gibi gerçekleşti. Tam bunun akabinde, İtalyanlar Trablusgarb a saldırdılar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gitti, yerine “Şâpur Said” diye bilinen Said Halim Paşa geldi. Babam Sadrazam’a şöyle bir telgraf çekti: Sadrazamlık makamı ile emirlik makamı arasında şu tarihlerde yapılan telgraf yazışmalarını incelemenizi rica ediyorum. Ayrıntıları orada bulacaksınız. Yirmi sekiz saat sonra, Vali Hâzim Bey görevden alınıp Beyrut valiliğine atanmıştı bile. Vali görevden alındığı sırada babam “İsteklerine boyun eğmiş olsaydım, bir daha başımı kaldıramazdım” dedi. Vali Hâzim Bey’den bahsetmişken, eski Sadrazam İbrahim Hakkı Paşanın kendisini tuttuğunu da söylemeliyim. Babam Kûz Ebu’l-îr savaşında kendisine yardımcı olmak üzere beni çağırdığı zaman, Hicaz’a dönmeden önce veda ziyareti için yamna gittiğim İbrahim Hakkı Paşa bana şunları söylemişti: “Büyük Britanya elçisi, (el-Arrâfe adıyla meşhur) Suûd b. Abdülaziz b. Suûd’dan ve babanızın kendisine yardımcı olmasından müştekidir. Babanız Şerif hazretlerinin sürekli kendisine yardım etmesi sayesinde Suûd, Necid emiri Abdülaziz b. Abdurrahman el-Faysal’a zarar verebilmektedir. Emir Abdülaziz’in Hint hükümeti ile bağlantıları vardır. Kendisi, adı geçen Suûd’un böylesi girişimlerden uzak durmasını talep ediyor.” Sadrazam bunları söyledikten sonra şöyle ilave etmişti: “Babanızın ellerinden öperim. Rica ederim İngilizlerle aramızda yeni problemler çıkarmasın. Ben bu problemlerin peşinden koşturabilecek durumda değilim. Kuveyt meselesi hâlâ herkesin aklindadır...” İşte, o dönemde işler bu minval üzereydi. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Önceki vali ve kumandan Münif Paşanın görevden alınması Osmanlı Devletinin Hicaz politikasının değişmeye başladığının göstergesiydi. Çünkü her yönüyle düzenli bir yönetim gösteren bu valinin görevden alınmasını gerektirecek bir şey yoktu, tabi kendisinin İttihat ve Terakki mensubu olmaması dışında! (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- İstanbul’un güzellikleri anlatmakla bitmez. O her mevsimde ayrı bir güzeldir. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Suriye’de bulunduğum sıralarda, insanların ve özellikle gençlerin yeni yönetimden duydukları sıkıntıyı görebiliyordum. Devletle bağlarını koparma noktasına gelmişlerdi. Sıkıntı bunlarla sınırlı kalmadı ve kargaşa, vaktiyle Osmanlı yönetiminden memnun olanlar dâhil herkesi içine aldı. Bütün bunların sebebi, İttihatçı gençlerin kötü yönetimleri ve tahakkümleri yüzünden devletin itibar kaybetmesiydi. Bunlar, Hicaz bölgesi dışında gördüklerimdir. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Sultan hazretleri, Balkan Savaşının ne şekilde sona erdiğini iyi bilmektedirler. Devletin ihtiyaç duyduğu teçhizatı henüz tedarik edemediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-i alileridir. Almanya’nın yanında savaşa girmek büyük bir tehlikeyi beraberinde getirecektir. Çünkü devletimizin kullandığı silah ve teçhizatın tamamı Almanya’ dan gelmektedir. Osmanlı top ve silah fabrikaları, orduyu gereği gibi teçhiz edecek yahut savaşta kaybedilmesi muhtemel silah ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda değildir. Buna ek olarak, devletin güney bölgeleri, mesela Basra, Yemen ve Hicaz, her an saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Böylesi saldırılar, söz konusu bölgeleri çok zor durumda bırakacaktır. Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine güveniyor. Ancak sivil vatandaşlar düzenli ordular gibi silahlı olmadığından, Avrupa’nın düzenli ordularına karşı koyabilecek durumda değildir. Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Almanya'nın yanında savaşa girmemizi isteyen herkes ya ne söylediğinin farkında değildir, yahut büyük bir ihanet içindedir. (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)
- Olan bitenlerin tek suçlusu var, o da Arapların kendisi! (Biz Osmanlı'ya Neden İsyan Ettik?)