Bir Garip Cindi Zümrüdüanka - Ali Teoman Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka kimin eseri? Bir Garip Cindi Zümrüdüanka kitabının yazarı kimdir? Bir Garip Cindi Zümrüdüanka konusu ve anafikri nedir? Bir Garip Cindi Zümrüdüanka kitabı ne anlatıyor? Bir Garip Cindi Zümrüdüanka kitabının yazarı Ali Teoman kimdir? İşte Bir Garip Cindi Zümrüdüanka kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Ali Teoman
Yayın Evi: Yapı Kredi Yayınları
İSBN: 9789750826207
Sayfa Sayısı: 148
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka, Konstantiniyye Üçlemesi romanları Uykuda Çocuk Ölümleri, Karadelik Güncesi ve Gecenin Atları ile tanınan Ali Teoman'ın kısa ve aksiyonlu bir yeraltı romanı. Gerçekten de bütün gözüpekliğiyle amansız bir işe girişiyor yazar: Dostoyevski'nin Karamazof Kardeşler'inden, Joyce'un Ulysses'inden ve Thomas Bernhard'ın romanlarından tanıdığımız o yüksek debili monologların bir benzerini kuruyor.
Bütün örgütlü ve toplumsal şiddetlere dilin şiddetiyle karşılık veren, adeta dilin kemiğini kıran Ali Teoman, bu 'ağız dolusu', bu kapkara romanında feleğin çemberinden geçmiş bir anlatıcıyla kalemini doludizgin sürüyor...
Tibi et igni (oku ve yak) diyor sonunda da zaten!
(Tanıtım Bülteninden)
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka Alıntıları - Sözleri
- Velhasıl-ı kelam, diyebilirim ki, hayat-ı perişanım, ağır edebiyat ve bitirim fiiliyat arasında kararsız bir saat rakkası gibi bir o yana bir bu yana sallanarak geçmekteydi.
- Geçmişe özlem esasen bariz bir yaşlılık hastalığıdır.
- Duvarın sert olduğunu anlamanın en iyi yolu, ona bodoslamadan sıkı bir kafa atmaktır. Tabiatları icabı, duvarlar hep serttir ve kafalar da hep yarılır, moruk, ama ne gam, en hakiki hakikate böyle erilebilir ancak.
- Muhterem bir amcamızın dediği gibi, üzerimize hep başka sular akmıştı ve o sularda yıkanan biz de hep başka insanlardık.
- "Bir evden kaçabilirsin, moruk, bir kentten kaçabilirsin, hatta bir ülkeden de kaçabilirsin, ama kendinden kaçamazsın. Allahın belası anılar gelip seni bulacak ve canına okuyacaktır sonunda."
- Kavgada yumruk sayılmaz..
- İnsanoğlunun hayal gücü, 'gerçek' denen bu garip rüyanın her zaman fersah fersah gerisinde kalmıştır.
- "Geçmişe özlem esasen bariz bir yaşlılık hastalığıdır..."
- "Evvelce de dediydim ya, yaptığın şeylere pişman olmak, yapmadığın şeylere pişman olmaktan bin kere evladır..."
- "... eskilerin dediği gibi, kavgada yumruk sayılmaz."
- Anılar ancak anı olarak kaldıklarında güzeldir..
- "Heyhat, yıllar bizi sertleştiriyor belki, ama gövdemizin ulaşılmaz derinliklerindeki bir şeyler de zamanla daha korumasız, daha kırılgan, daha yumuşak hale geliyor galiba, yandıkça için için eriyen ve yumuşayan kalın bir mum gibi tıpkı."
- "Heyhat, şahsî menfaatler işin içine girdiğinde, eleştirmenlik müessesesi nasıl da ikiyüzlü olabiliyor!"
- "İnsanoğlunun hayal gücü, 'gerçek' denen bu garip rüyanın her zaman fersah fersah gerisinde kalmıştır..."
- "Bir evden kaçabilirsin, moruk, bir kentten kaçabilirsin, hatta bir ülkeden de kaçabilirsin, ama kendinden kaçamazsın. Allahın belası anılar gelip seni bulacak ve canına okuyacaktır sonunda." "Asıl sorun, Shakespeare amcamın Heraklitos eniştemizden intihalen Hamlet ağbimize gayetle veciz bir biçimde söylettiği gibi, olmak ya da olmamak değildir, nah işte budur, moruk: Olmak, ama ne için olmak?"
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka İncelemesi - Şahsi Yorumlar
İlgi çekici ismi, güzel kapak tasarımı ve arka kapak yazısıyla hayli ilgimi çeken bir kitaptı. Ali Teoman’ın kalemini ise ilk okuyuşumdu. Daha ilk sayfalarda okuduğum argo ve apaçık sözler başta şaşırtsa da beni okudukça alışıyorsunuz. Çocukluk arkadaşı olan Mürüvvet, İsmail ve Hamza’nın daha sonradan nasıl insanlara dönüştüklerini anlatan, devrim, cinayet ve çatışmaların da yer aldığı farklı bir kitaptı benim için. Ben sevemedim ama yeraltı romanı seviyorsanız şans verebilirsiniz Tamam kitap/bir-garip-cindi-zumruduanka--11481 yazar/ali-teoman (Ebru li)
Bir Garip Cindi Zümrüdüanka, Ali Teoman ile tanışma kitabım oldu.. Kısa ve aksiyonlu bir yeraltı romanı diye tanımlanmış arka kapak yazısında. Gerçekten de benim daha önce aşina olmadığım bir anlatım tarzı ve üslupla yazılmış kitap. Anlatıcımız İsmail'in ağzından onun hayatına ortak oluyor, girip çıktığı yerlerde biz de dolaşıyor, hissettiklerini biz de hissediyoruz. Belki de yazar bunu hedeflediği için romanın dili bu bodoslama girdiğimiz hayata uygun şekilde argo, yer yer küfür ve mahalle ağzı konuşması şeklinde.. Bu tarz üslupla yazılmış kitapları sevmeyenleriniz olabilir. Kitabın başında alışmakta zorlanabilirsiniz ama kitap akıcı ilerliyor ve tarzına çabuk alıştırıyor diyebilirim.. Dediğim gibi benim daha önce böyle bir kitap okuma deneyimim olmamıştı. Yazarın diğer kitapları nasıldır bir bilgim yok. İlgisini çekenler bir şans verebilir. (Gizem)
48 yaşında hayata gözlerini yuman Ali Teoman'ın okuduğum ilk kitabıydı. Aynı gün doğan sonra çocukluk döneminden itibaren dost olan İsmail ve Hamza'nın yıllar sonra geldikleri daha doğrusu hayatın onları getirdiği durumu heyecanla anlatan, yeraltı edebiyatı türü olarak da adlandırılan, sürükleyici bir kitaptı. Eğer argo ve müstehcen tabir edilen (sokak ağzı) kelimelerden rahatsız olmam diyorsanız tavsiye ederim. (Cavitas)
Kitabın Yazarı Ali Teoman Kimdir?
Ali Teoman (d. 7 Temmuz 1962 - ö. 23 Mart 2011), Türk yazar.
Asıl adı Ali Tataroğlu'dur. İstanbul'da doğdu. Orta öğrenimini İstanbul Alman Lisesinde, yükseköğrenimini ise İTÜ Mimarlık Fakültesi, MSÜ Mimarlık Fakültesi ve Sorbonne Üniversitesi Plastik Sanatlar Fakültesinde tamamladı. Bir süre iş ve öğrenim nedeniyle yurtdışında bulunduktan sonra 1993'de İstanbula döndü ve yazmaya daha fazla zaman ayırmak için mimarlığı bırakarak çeşitli üniversitelerde İngilizce okutmanı olarak çalıştı. Bir süre sokak müzisyenliği yaptı.
1980'li yılların sonuna doğru öykü yazmaya başlayan Ali Teoman 1992 yılında, İnsansız Konağın İkonu isimli öyküsüyle, Milliyet Gazetesi'nin düzenlediği yarışmada ikincilik ödülü aldı. Ali Teoman'ın tam 16 yıl gizli kalmış bir sırrı, ortaya çıktığında edebiyat dünyasını çok şaşırtmıştı. 1991'de Haldun Taner Öykü Ödülü alan Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı isimli kitabın yazarı olarak Nurten Ay ödül almıştı. Ancak kitabın asıl yazarının Ali Teoman olduğu 2007 yılında ortaya çıktı. Ali Teoman bunun kendi isteğiyle düzenlenmiş bir oyun olduğunu belirterek şu açıklamayı yapmıştı: "Bu adi dolandırıcılık değil, yazınsal bir oyundur. Nurten Ay birkaç kez oyunu bırakmak istedi. Onu ikna ettim. Bunca yıl açık vermeden bana yardım ettiği için kendisine çok teşekkür ederim."
"Uykuda Çocuk Ölümleri" başta olmak üzere tüm yapıtları edebiyat çevrelerinde etki yaratmakla birlikte Ali Teoman çok satan bir yazar olmadı. Çok satan yazar olmak isteyip istemediği de tartışmalıdır. Ali Teoman, geçirdiği bir rahatsızlık sonucu 23 Mart 2011 sabahı hayata veda etmiştir.
Ali Teoman Kitapları - Eserleri
- Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı
- Bir Garip Cindi Zümrüdüanka
- İnsansız Konağın İkonu
- Cafe Esperanza
- Öykü Uçları
- Uykuda Çocuk Ölümleri
- Kırık Kalpler Terzihanesi
- Eşikte
- Karadelik Güncesi
- Horasan Elyazması
- Pervaneler
- Gecenin Atları
- Yazı, Yazgı, Yazmak
- Aşk Yaşama Çok Uçuk
- Taş Devri
- Alacakaranlık Günce
- Gezgin Günce
Ali Teoman Alıntıları - Sözleri
- Sevdiğin insanın geçmişine sahip olmamak çok acıtıcı. (Aşk Yaşama Çok Uçuk)
- Ömür bir kibrit kutusuna sığar kimi kez, otuz beş her zaman yolun yarısı değildir. (Yazı, Yazgı, Yazmak)
- Doğruydu, konuşulamayan şeyler hakkında susmak gerekliydi. (Cafe Esperanza)
- "İnsanoğlunun hayal gücü, 'gerçek' denen bu garip rüyanın her zaman fersah fersah gerisinde kalmıştır..." (Bir Garip Cindi Zümrüdüanka)
- "Kimsin sen?" "Ben kim miyim? Kim miyim ben? Miyim ben kim? Ah, bunu kendime yüzlerce, binlerce, on binlerce defa sormadığımı mı sanırsın? Keşke sana verecek bir cevabım olsaydı." (Karadelik Güncesi)
- Oturuma burada son veriyoruz. Somurtkan bir suskunlukla kitap ve defterlerini çantalarına doldurup geldikleri gibi süklüm püklüm çıkıyorlar odadan. Arkalarından bıyık altı bir gülümsemeyle bakıyorum. Onlar için çelişik duygular var içimde. Hem kimi zaman körkütük cehalete varan bilgisizlikleri yüzün. den küçümsüyorum onları, hem de onlara karşı tuhaf bir sempati, hatta nasıl demeli, bir şefkat —evet, evet, doğru sözcük bu olmalı: şefkat— duyuyorum. Bazen düşünüyorum da, öğrencilerim değil, oğullarım olsalardı, onlar hakkında neler hissederdim? Çok daha farklı mı? Bilemiyorum, çünkü çocuğum yok. Elli yaşındayım ve şimdiye dek hiç evlenmedim. Gedikpaşa'daki aile yadigârı büyük bir konakta tek başıma yaşıyorum. Konu komşu birkaç defa evlendirmeye teşebbüs ettiyse de, hepsini bir şekilde reddettim sudan bahanelerle. Onlar da artık benden kestiler umutlarını. Hani 'müzmin bekâr' diye bir laf vardır ya, galiba öyleyim. Ve doğrusunu söylemek gerekirse, bundan sonra çoluğa çocuğa karışmam da pek muhtemel görünmüyor. Yanlış anlaşılmak istemem, evliliğe karşı olduğumdan değil, ama belli bir yaştan sonra, başka bir insanla aynı evi paylaşamayacak denli kendi alışkanlıklarına bağlanıyor insan. Ben de çoğu kişi gibi gençken evlenseydim, ne olurdu, diye düşünüyorum kimi kez. Yanıt açık ve net: Otuzumda evlenmiş olsaydım, şimdi bildiklerimin yarısını bilirdim. Yirmi beşimde evlenmiş olsaydım, mazzallah, resmen hödük olurdum! Bilim uğruna özel yaşamından fedakârlık etmek zorunda kişi. Evet, belki bir baba-oğul ilişkisi değil öğrencilerimle ilişkim, onlar benim kanımdan değil, ama itiraf etmeliyim, yine de zamanla bir tür güçlü sevgi bağı oluştu aramızda, diğer bir deyişle bir bağlılık, bir alışkanlık... (Zaten her bağlılık aslında bir alışkanlık değil midir?) Gerçi ancak kısa bir süredir tanıyoruz birbirimizi, ama daha şimdiden onlara bağlandığımı hissediyorum ve doğrusu beni alttan alta tedirgin etmiyor da değil bu durum. Bağlılığın hiçbir türünü sevmem. Yaşam bana her bağlılığın eninde sonunda acıyla biteceğini öğretti. Sevgili muhabbet kuşum Hermes, kursağına iri bir darı tanesi tıkanıp öldüğünde henüz dokuz yaşındaydım. Daha dün gibi anımsarım, onu törenle konağımızın bahçesine gömmüş, ardından bir hafta odama kapanıp gizli gizli gözyaşı dökmüştüm; öyle ki, gözlerim şişmiş, burnum kızarmıştı ağlamaktan. Ev ahalisinin beni teselli etme çabaları kâr etmemişti. Bir hafta sonra, âdeta bir cenaze merasimine katılır gibi, yüzümde ağır bir matem ifadesiyle okula gittiğimde, bütün çocukların alay konusu olmuştum tabii. Çocuklar zalimdir. En ufak bir açığınızı yakaladıklarında, dışbükey bir dev aynası gibi, yüzlerce kez büyülterek acımasızca yüzünüze vururlar. Ne isimler takmadılar ki bana: “Sulugöz!”, “Sümüklü!”, “Titrek çene!” hatta “Karı kılıklı tombul!” Bir de hiç unutmam, kafa kafaya verip düzdükleri saçma sapan bir mâni vardı, günlerce peşim sıra dolaşıp durdular koro halinde çığırarak: Zeus böyle istedi Dikti nalları Hermes Bahtiyar aşka geldi Düzenledi bir kermes Oysa ben kermes filan düzenlememiştim. Olsa olsa Hermes için küçük bir cenaze yemeği belki... Neyse, geçelim bunları. Geçmişe mazi, yenmişe kuzu... Ama bu elim hadisenin kişisel tarihimde başka bir yeri var: Felsefeyle ilk mütevazı tanışıklığım, sanırım, o zamandı. Allah Baba niye böyle istemişti? Zavallı Hermesçiğin günahı neydi? Bir gün ben de onunla aynı kaderi mi paylaşacaktım? Çocuk aklımla ne kadar kafa patlatırsam patlatayım, yanıtlarını bir türlü bulamadığım, dipsiz sorulardı bunlar. Kim bilir belki de bu yüzden, büyüyünce profesör olmaya karar verdim. Bunda şaşılacak bir şey yok: Yaşama ilişkin önemli kararlar biz henüz çok küçük yaştayken, hiçbir şeyin farkında olmadığımız sırada alınır. Sonrası, bu kararları uygulamak için bir didiniştir yalnızca. Peki sonuçta o soruların yanıtlarını bulabildim mi? Heyhat, ne gezer? Hâlâ ararım... Belki de sırf bu yüzden o zamandan beri evime hiçbir hayvan almadım. Oysa hayvanları severim. Ama onlar için endişe etmekten ise, onlarsız olmayı tercih ediyorum. Hiç olmazsa kafam sakin. Hayvan sahibi olmak, bence, tıpkı çocuk sahibi olmak gibi, ciddi bir sorumluluk yüklenmek anlamına gelir. Doğrusu, halihazır sorumluklarım bana yetiyor, başka kimsenin sorumluluğunu üstlenmek istemiyorum. Ama bu dört öğrenci bir istisna tabii. Onla tez yönetmeniyim —istesem de istemesem de. Haftada iki kez benim odamda bir araya geliyoruz. Dönem başından beri, yani birkaç aydır, birlikteyiz. Olabildiğince yakın bir çalışma içinde geçen aylar bunlar. Benimle teşrik-i mesai ediyorlar, benim rahl-i tedrisimden geçiyorlar. Her biriyle tek tek uğraşıyorum, yanlışlarını gösteriyorum, nasıl düzeltebilecekleri konusunda öğütler veriyorum. Öte yandan, yalnızca benim için değil, onlar açısından da gerçekten çok önemli bir ilişki bu. Uluslararası alanda tanınan gerçek bir bilim adamı nasıl çalışır, nasıl konuşur, nasıl oturup kalkar, buna ilk kez tanık oluyorlar. Onlar için yaşamsal önemde bu, çünkü her ne kadar benim karşımda düpedüz yontulmamış birer odundan pek farkları yoksa da, sıradan birer öğrenci değiller. Tek dertleri babalarının onlara aldığı arabaların motor özellikleri olan, ağzı açık ayran budalası oğlanlardan, kendilerine cebi dolu aptal bir koca bulmak için takıp takıştırıp, sürüp sürüştürüp okula gelmekten başka şey bilmeyen boş kafa yelloz kızlardan çok farklılar. Dördü de kendi fakültelerinden dereceyle mezun olmuş ve ileride üniversitede kalıp akademik kariyer yapmaya kararlı, öğrenmeye ve çalışmaya istekli, idealist gençler, yani nadir bulunan ve itinayla davranılması gereken hassas bir malzeme... Benim görevim onları en iyi şekilde eğitmek ve başarılı bir akademik kariyere hazırlamak. Yüzlerce kişilik amfilerde fakülte derslerine de giriyorum gerçi, bu bir zorunluluk, işimin katlanmam gereken nahoş yanlarından biri; ama asıl hoşuma giden ve bana gerçekten yararlı bir iş yaptığımı düşündürten, bu loş odada bu dört öğrenciyle baş başa geçirdiğim saatler. Benim açımdan belki sıkıcı saatler bunlar, belki zaman zaman gülünç, hatta düpedüz öfke uyandırıcı, yeni bir şey öğrenmiyorum belki, belki bilgime yeni kırıntılar katamıyorum, belki bu saatleri kütüphanede geçirmek benim açımdan çok daha yararlı ve akıllıca olurdu, ama böylelikle en azından bu kutsal mesleğe, Psikolojik Kazıbilim'e olan gönül borcumu ödemiş oluyorum bir anlamda, bayrağı bizden devralacak taze kuvvetlerin yetişmesine katkıda bulunarak. (Gecenin Atları)
- "Yetkin kaçış yoktur. Kimse buğulaşıp göğe uçamaz. Kesinkes bir iz bırakırsın ardında." (Kırık Kalpler Terzihanesi)
- Dokundukları yerde silinmesi olanaksız izler bırakır, hiçbir zaman yok olup gitmez kimi şeyler. (Horasan Elyazması)
- Sanrının somutlaşması. (Kırık Kalpler Terzihanesi)
- Tersten bakıldığında, sonuncu birincidir. Ama dünyada böyle değil midir zaten: Her şeyin başladığı ve bittiği yer, ölümüne dövüşülen bir savaş alanı... (Uykuda Çocuk Ölümleri)
- Zemin bu kadar vurdumduymaz olduğuna göre, hangi oyunu oynarsan oyna, fark etmez. Oynadığınla kalırsın. (Yazı, Yazgı, Yazmak)
- (Aman derim, bu muammayı körüklemeli!) Usta, diyorum, Usta, nedir bu muammanın vezni, nedir uyağı ki, bu topal köğük süregider? Yan/ıt: Bu yanardöner bir toptur. El değmez. Baksan, göremezsin. Uzansan, tutamazsın. Tüm cisminle, gövdenle, uzviyetinle bir koca kulak olsan, duyamazsın onun titrek tınısını. Amma illa da elini yakar, gözünü yakar, dilini yakar. (Ama dîl zaten yanmak için değil midir?) (Pervaneler)
- Ama baktım ki mektuplarıma cevap namına hiçbir şey gelmemekte, vazgeçtim çaresiz. İnsanın kendisini adeta duvara karşı konuşuyormuş gibi hissetmesi fena şey. (Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı)
- "Geçmişe özlem esasen bariz bir yaşlılık hastalığıdır..." (Bir Garip Cindi Zümrüdüanka)
- Psikanaliz, yalnızca basit bir terapi yöntemi değil, bir insanı baştan ayağa yeniden yaratmak, daha doğrusu yepyeni bir insan yaratmaktır aslında. (Karadelik Güncesi)
- "İlginç, ilginç ,çok ilginç ! Yaşamın ironisi : Sayrıl bir imgelem nasıl da oyunlar oynayabiliyor insana ! (Kırık Kalpler Terzihanesi)
- Tutuyorum çetelesini çetrefil alınyazımın (Yazı, Yazgı, Yazmak)
- Velhasıl-ı kelam, diyebilirim ki, hayat-ı perişanım, ağır edebiyat ve bitirim fiiliyat arasında kararsız bir saat rakkası gibi bir o yana bir bu yana sallanarak geçmekteydi. (Bir Garip Cindi Zümrüdüanka)
- ... ama sanki mumyalanmıştı hepsi, tıpkı giriş holünde ki duvar saati gibi onlar için de zaman durmuştu, zamanın, zamansallığın dışına düşmüşlerdi. Aynı anda yaşıyorlar ve yaşamıyorlardı. Daha doğrusunu söylemek gerekirse salt varlardı.. oradaydılar, duruyorlardı. Tek eksik olan, onlara anlamsal varoluşlarını sağlayabilecek kullanıcılardı. Vardılar, çünkü ordaydılar, ancak yoktular, çünkü kullanılmıyorlardı. Eşyanın doğasında olan bu kullanılarak varolma özelliği benim hep ilgimi çekmiştir. (Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı)
- Yartıcılığınız bilginizle sınırlı. <...> Ancak adlandırabildiğiniz kavramlarla düşünüyorsunuz; tanımsız bölgelerde tıkanıyor, kesintiye uğruyor düşünce. (Cafe Esperanza)