Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş - Celal Bayar Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kimin eseri? Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kitabının yazarı kimdir? Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş konusu ve anafikri nedir? Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kitabı ne anlatıyor? Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş PDF indirme linki var mı? Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kitabının yazarı Celal Bayar kimdir? İşte Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Celal Bayar
Yayın Evi: Sabah Kitapları
İSBN: 9789755790169
Sayfa Sayısı: 2024
Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
İstanbulun itilaf devletlerince işgal edilmesi ve politik baskılar Osmanlı İmparatorluğunun parçalanma sürecinde azınlıklar meselesi Ermeni sorununun kökeni Abdulhamit devrinde önemli Ermeni saldırıları Abdülhamide suikast Pari Barış Konferansında Osmanlı İmparatorluğundan istenilen topraklar İttihatçılara yönelik baskılar tutuklama ve sürgünler. Yunan işgali öncesinde İzmirde ekonomik yaşam İzmirde ittihat ve terakki örgütlenmesi Teşkilatı Mahsusanın kuruluşu programı ve çalışmaları İzmirde Rumların Yunan işgaline hazırlanmaları Ege bölgesinde italya ve yunanistan arasında çıkar çatışmaları Hıristiyan din adamlarının siyasi faaliyetleri gibi konular ele alınmaktadır.
Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş Alıntıları - Sözleri
- Refik Koraltan savcı olarak Gelibolu'da bulunuyor, ordunun geri hizmetlerine yardım ediyordu. Tümen Kumandanı Yarbay Mustafa Kemal Bey'e rastladı. Koraltan, genç kumandanın geniş bilgisine güvenerek şu suali sordu: - İtilaf Devletleri aleyhine niçin harbe girdik? Genç subay karşısındakini şimşek gibi çakan parlak gözleriyle süzdükten, sual sahibinin iyi niyetini kavradıktan sonra cevap verdi: - Bırak çocuğum. Artık vazife başlamıştır. Evet, Türkiye için harp bir 'emrivaki' olunca milli vazife başlamıştı. Vatanın imdadına koşmak lazımdı. O da böyle yaptı.
- Damad Paşa Bağdat Demiryolu imtiyazı işinde Abdülhamid ile karşı karşıya gelmişti. Abdülhamid, bu meselede Almanları üstün tutuyor; memleketin menfaatini bu yolda görüyordu. Damat Paşa, -tamamen aksine- İngilizleri kayırıyor; iyiliğimizi İngiliz politikasına bağlılıkta buluyordu. Uzun ve ısrarlı yazılarıyla bu konuda Padişah üzerinde etki yaratmaya çalışıyordu. İngilizlerin, rakip olarak Ernest Rehinçer adında bir Macarı, Almanların karşısına çıkardıkları, Paşa'nın da bu firmanın sözcülüğünü yaptığı anlaşılıyordu. Paşa, bu iş adamından bahsederken, Başta bulunan Macar ise de İngiliz Elçisi'nin kefil olmasından dolayısıyla anlaşıldığına göre, kumpanyanın üye ve ileri gelenleri sırf İngilizdir. Bu işe yatırılacak para da İngiliz sermayesidir, diyordu. Her iki tarafın tekliflerini mali ve siyasi bakımdan tahlil ediyordu. Damad Paşa, şartlar arasındaki farkları anlatırken istenilen imtiyaz, Ernest firmasına verilir verilmez hemen Hükümet'e 'elverişli şartlarla beş milyon liralık ödünç para verileceğini' de söylüyordu. Şartlara gelince, 1896 yılında yapılan istikraz şartlarının aynı olacağını, birkaç vilayetten başka memleketteki 'aşar' gelirinin yüzde sekizinin karşılık teminat olarak istenildiğini, ancak karşılığın devamlı surette sağlam olması için buralarda yeni bir vergi konulmamasını taksit bedellerinin ödenmesine karşılık gösterilen gelir kafi gelmediği takdirde noksanının Maliye Hazinesi'nden tamamlanmasını ileri sürüyordu.
- Rusya kuvvetlendiği günden beri başlıca gayesini teşkil eden İstanbul'u ve Boğazlar'ı ele geçirmek emelinden vazgeçmiş değildi, ancak tek başına hareket ederek savaş ile toprak kazanmanın zorluğunu da anlamış bulunuyordu. Balkanlar'da ki milliyetçilik akımları doğrudan doğruya ilhak yolunu kapamış olduğu için de Balkan siyasetinde bir değişiklik yapmıştı. Balkanlar üzerindeki nüfuzunu bu bölgede ilerde kendi himayesi ve hâkimiyeti altına alacağı muhtar veya bağımsız devletler yolu ile gerçekleştirmek istiyordu.
- İttihat ve Terakki Cemiyeti memleket içinde gizli ihtilâl organı olarak kurulmuştu. Meşrutiyetin ilanından sonra cemiyet haline geçmiştir.
- Hakkı Paşa, büyük ümitlerle Hükümet başkanlığına getirilmişti. Zeki, görgülü ve kültürlü bir kişiydi. O dönem için değer taşıyan hukuka ve tarihe ait eserleri vardı. Serbest fikri ve Hukuk Mektebi'ndeki bilgili eğitimiyle saygı toplamıştı. Sadrazam oluşunun sebepleri de bunlardı. İş başına, "adl-i ihsan" politikası ile gelmişti. Bu bir nevi sertlik yerine yatıştırma politikası takib edeceğinin ifadesiydi. Fakat adl'e ve bilhassa ihsan'a kendisini muhtaç ve aynı zamanda mağdur sayan eski ve yeni devir politikacılarının sayısı o kadar çoktu ki bunun altından kalkmak hemen hemen mümkün değildi. Bu işsizlerin her biri, bir partinin adamıydı. Parti didişmeleri bu sırada en had devrini yaşıyordu. Paşa'nın nazari bilgisi yüksek olmasına rağmen, Devlet idaresinde yeter derecede kudret ve enerji gösteremiyordu. İleri düşüncesi ve üstün haliyle muhitine intibak edemiyor, tabiatiyle şahsı etrafında muhit de yapamıyordu.
- Bugün milletlerde ırk esası aramak gülünçtür. Çünkü ırklar birbiriyle ihtilât etmiştir. Genel olarak kendi bucağında kalmış yabancılarla karışmamış ırk bulmak güçtür. Hiçbir yerde saf ırk kalmamıştır. Hemen her memlekette devirler ve yüzyıllar boyunca çeşitli ırklar gelip geçmiştir.
- Abdülaziz Mecdi Efendi, ulemadan Recep Arusan'ı Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi'nin huzuruna götürüp takdim eder. Kendisi de geride ayakta durur. Ahmet Amiş Efendi, kendisini ziyaret edenin zâhir ilimleri tedris eden ilâl ve idgamla, sarf ve gramerle uğraşan bir kimse olduğunu anlayınca onun seviyesine inerek Arapça gramerden bir sual tevcih eder. Aldığı cevabı beğenerek "Ben de zaten bu cevabı vermeni beklerdim" diyerek müftüyü takdir eder. Hatta arkasını okşar ve alnından öper. Anlaşılan Fatih hocalarından birisinin kendisini ziyarete gelmesi Hazretin de hoşuna gitmiş ve sonra da elinde tuttuğu enfiye kutusunu açarak bir tutam enfiye vermiştir. O sırada geride ayakta duran ve bu konuşmayı dikkatle dinleyen Abdülaziz Mecdi Efendi'ye de bir tutam enfiye vererek çekmek üzere iken o, aşırı sevgiyle birdenbire bir sayha çıkartarak Türbedarın üzerine atılır kucaklar ve sonra ayrılarak şaşkın bir halde yere serilir. Bu sırada Recep Arusan, Türbedardan gördüğü takdir ve iltifata güvenerek; "Böyle delibozuk adamları mürit edineceğinize adamakıllı kimseleri edinseniz daha iyi olmaz mı?" der. Türbedar bu suale gülerek mukabele eder. Abdülaziz Mecdi Efendi de kendine gelerek birlikte çıkıp giderler. Meğer Abdülaziz Mecdi Efendi'nin sayha kopararak Ahmet Amiş Efendi'nin üzerine atılmasının ve onu kucaklamasının sebebi, Ahmet Amiş Efendi'nin "Enfiye öyle değil böyle çekilir" demesiymiş. Bu söylem dille değil gönülle olmuş olacak ki, Recep Arusan işitmemiş. Abdülaziz Mecdi Efendi ile Recep Arusan'ı ne zaman bir arada görsem bu hâdiseyi tekrar ederler hâtırayı tazelerlerdi. Abdülaziz Mecdi Efendi, bu cezb hâdisesini şu cümlelerle izah ederdi: "Bâzan mürşit, bütün kuvvet ve kudretini bir an için müride verir, mürit o kuvvetle öyle bir aşka düşer ki, kendisini hemen mürşidinin üzerine atar. Onu öper, ısırır ve kemiklerini kıracak derecede sıkar. İşte cezb budur. Kuvvet ve keramet müritte değil mürşittedir.
- Arabistan'dan dikkate değer haberler geliyordu. Hicaz şimendiferi inşaatı ilerlemiş ve hat, Medine'ye varmıştı. Bu başarıdan sadece sevinç duyulması gerekirdi. Amma, kazançlarına tesir yapacağı iddiasiyle Deveciler tahrik ediliyordu. Daha doğrusu Mekke Emiri Şerif Hüseyin, yarınını hazırlamak için bu muvaffakiyeti - kendi hesabına - istismar ediyor, hoşnutsuzluk yaratıyordu.
- Mustafa Kemal harp başlayınca pasif bir vazife olan Sofya Ateşemiliterliği'nde kalmak istemedi. Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya bu fikrini bildirdi. Tekirdağ'da kurulmakta olan yeni bir tümenin kumandanlığına tayin olundu (2 Şubat 1915). Fikir ayrılığını bir tarafa bırakarak yeni vazifesine hararetle sarıldı.
- Sultan Mehmed Han-ı Sadis Hazretleri' büyük alay ve törenle Meclis'e geldi. Hünkar Locası'ndaki yerin aldı. Yanında Veliaht Mecid Efendi ve şehzadelerden Selim Efendi bulunuyordu. Hepsi de sırmalı büyük üniformalarını giymişler, irili ufaklı birçok nişanlarla süslenmişlerdi. Toplantı salonunu dolduran milletvekillerinin sade halleri önünde, haşmetli görünen bu insanlar, bana büyük mağazaların mankenlerini hatırlatıyordu. Bunlar milleti tanımadıkları gibi, millet için hayırlı bir bilgileri ve fedakârlıkları da yoktu. Protokol icabı süslenmiş gelmişlerdi...
Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş İncelemesi - Şahsi Yorumlar
Ben de Yazdım; Mustafa Kemal Atatürk’ün İktisat Vekili, Başbakanı, Türkiye Cumhuriyetinin 3. Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın 1908’lerden 1930’lara varan anılarını ve gözlemlerini kapsamaktadır. Kitap tanıtımı yazısı en zorlandığım yazı türüdür. Hele o kitap 1908’lerden 1930’a kadar olan bir dönemi kapsayan çok farklı konuları anlatan sekiz cilt ve 2024 sayfadan oluşan bir kitapsa… En iyisi sözü yayıncıya ve yazarına bırakmak.. Kitabın “Sunuş” yazısında “Ben de Yazdım” okura şu cümlelerle takdim ediliyor; “Ben de Yazdım, Türkiye'nin üçüncü cumhurbaşkanı M. Celal Bayar'ın (1 883-1986), bütün kurumlarıyla çökmeye yüz tutmuş bir imparatorluğun, Osmanlı İmparatorluğu'nun son günleriyle, kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk günlerini, ulusal kurtuluş savaşını, Mustafa Kemal Atatürk'ü ve devrimlerini; tarih kitaplarında pek de ele alınmayan ayrıntılarla, yaşadıklarına, belgelere ve çeşitli yazılı kaynaklardan yaptığı titiz araştırmalara dayanarak ortaya koymaktadır. Bu haliyle, Ben de Yazdım'ı, salt Celal Bayar'ın anıları olarak değil, bir anlamda 'resmi tarihin arka planı' olarak da ele almak mümkündür.” Kitabın Önsözünde de Celal Bayar kitabı yazma nedenini şöyle açıklıyor. “Atatürk'ün mutad sofrasında bulunuyordum. O akşam davetlilerin sayısı azdı. Ancak beş altı arkadaştık. Büyük adam hayatından bahsediyordu. Biz de vecd içinde kendisini dinliyorduk. Birden sustu, hepimizi ayrı ayrı süzdü. "Arkadaşlar, ben ilk gördüğünüz zaman hakkımda nasıl bir fikir edindiniz, anlatır mısınız?" dedi ve bakışlarını benim üzerimde topladı…….. Ben söze başladım: Meşrutiyet ilanının ilk anlarından beri isminizi işitmeye başlamıştım. ‘Kolağası (Onyüzbaşı) Mustafa Kemal Bey akıllı, çok dirayetli ve kendisine güvenen genç bir subaydır,' deniliyordu. Daha sonra Çanakkale zaferiniz askeri dehanızı bütün memlekete tanıttı. Mütareke ile beraber faal siyasete atıldınız. Zaman zaman söylediğiniz gibi en büyük eseriniz Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Burada millet adına konuşulur, kayıtsız şartsız hakimiyet milletindir, düsturu hâkim olurdu. Bu temel üzerine, saltanat idaresinin rağmına hükümeti kurdunuz. Milli iradeye dayanarak maddi ve manevi şekliyle anarşiyi, ihaneti önlemeye çalıştınız. Tarihin ender kaydettiği böyle bir rejim ve çalışma sistemi ile muvaffak oldunuz, memleketi kurtardınız. Bütün bunlar asırlar boyunca pek az bahtiyar kimseye nasip olmuş başarılardır. Fakat ben şu anda bunları bir yana bırakıyorum. Arzunuza uyarak şahsınızın üzerimde bıraktığı ilk tesiri anlatmak istiyorum. "Açılacağını ilan ettiğiniz birinci Büyük Millet Meclisi'ne katılmak üzere İstanbul Osmanlı Mebusan Meclisi'nden Ankara'ya gelirken ailemi görmek için Bursa'ya deniz yolu ile geçmek benim için tehlikeli idi, çünkü bütün vasıtalar İtilaf Devletleri'nin kontrolü altında bulunuyordu. İzmit'i de İstanbul gibi işgal etmişlerdi. Bu sebeple, Adapazarı, Bilecik üzerinden uzun bir kara yolculuğuna katlanarak Bursa'ya geldiğim zaman o günün İstanbul gazeteleri halkın elinde okunuyordu. Gazeteler, İtilaf Devletleri'nin ve İstanbul Hükümeti'nin zoru ile olacak, padişahın fermanını, meşihatın fetvasını büyük harflerle ilan ediyorlardı. Ferman ve fetvada 'Kuva-yı Milliyecileri öldürmek vaciptir' denilerek güya şeriat namına vatandaşlar kırıma, birbirini öldürmeye sürükleniyordu. İşte bu hava içinde Çekirge semtinde oturan ailemin yanına gelmiştim. Beş on dakika geçer geçmez kapı çalındı. Yüzünü göremediğim birisi bir kağıt uzattı ve savuştu. Bu, telgrafhaneden gönderilmiş, servis adı verilen Ankara mahreçli telgraftı. 'Heyet-i Temsiliye namına Mustafa Kemal' imzasını taşıyordu. Bana doğrudan doğruya 'Karacabey, Kirmastı (Kemal Paşa) istikametinden Bursa üzerine yürümekte olan Anzavur'un, mahalli Müdafa-yı Hukuk Cemiyeti ile işbirliği yaparak savletini defediniz' emrini veriyordunuz. Sizinle muhaberemiz bu telgrafla başlar. Ben ve ailem bu dikkate, aynı zamanda sürate hayran olmuştuk. İlk karşılaşmamız Ankara'da birinci Büyük Millet Meclisi'nin riyaset odasında olmuştu. Kapıdan girince sizi büyük yazı masasının başında gördüm. Çok sakin ve vakur idiniz. Geniş odanın iki tarafına sıralanmış sandalyelerde milletvekilleri oturuyorlar, görüşülen meseleyi ilgi ile dinliyorlardı. Ortada ve ayakta sivil kıyafetli bir genç, kumanda ettiği bir müfrezenin macerasını anlatıyor, size şifahi rapor veriyordu. Ben bu konuşmanın sonuna rastladığımı anlamıştım. Yanınıza yaklaştım, kendimi takdim ettim. Nezaketle bana yer açtınız ve oturmamı söylediniz; gençle meşgul olmaya devam ettiniz. Bir iki sualden sonra müfreze kumandanına 'Kafi, buyurunuz' dediniz, bir daha yüzünü görmediğim bu adamı savdınız. O çıkar çıkmaz meselenin açık tahlilini yaptınız: 'Bu gördüğünüz efendi' dediniz, 'seksen-yüz kişilik bir gönüllü müfrezesinin kumandanıdır. İddiasına göre bir tepeyi tutan İrtica kuvvetleri ile karşılaşmış, kuvvetini sağ ve sol cenaha ayırmış, bir kısmı ile kendisi merkezde bulunmuş ve hücuma kalkmış ... ordu muharebesini andıran bir taktik ... Hücumun neticesi ne olmuş? Bunu söyleyemiyor. Ben öyle zannediyorum ki, bu genç adam hasımla karşı karşıya gelmemiştir. Yüzbinlere emretmiş büyük bir kumandanın seksen-yüz kişilik bir müfreze ile meşgul olduğunu yadırgamamıştım; o zaman için bu kadarcık bir kuvvetin ne kadar önemli olduğunu biliyordum. Ben şahidi olduğum bu vak'anın yorumu karşısında, meseleler büyük olsun küçük olsun günün şartlarına göre ele alınmakta ve değerlendirilmekte olduğunu görmüş; realist, açık konuşan bir reisin huzurunda olduğumu anlamıştım. Zaman geçtikçe sizi daha iyi anlıyordum. Şimdiye kadar söylediklerim açık ve maddi şeylerdir. Şüphesiz değerleri büyüktür. Fakat asıl söylemek istediğim daha başka bir şeydir. Buna, manevi tarafınızdır da diyebilirim. "Gündüzleri sabahın dokuzundan akşamın on sekiz, yirmisine kadar vekalette, Büyük Millet Meclisi'nde, geceleri de başkanlığınız altındaki Vekiller Heyeti toplantısında çalışıyor, her meseleyi bütün çıplaklığıyla müzakere ediyor, bir sonuca bağlamak istiyorduk. O kadar meşgul idik ki, toplantıdan saat iki veya üçte ayrıldığımız zaman, bu gece erken çıktık diyorduk. Çünkü sabahı bulmak mutad halini almıştı. Bu kesif iş arasında bunaldığımız, endişeye kapıldığımız zamanlar da olurdu. Birkaç misal vereyim: Mesela, İtilaf Devletleri'nin inatları kırılmamıştı. Memleketimizi parçalamak için planlarını azimle yürütüyorlardı. Padişahın 'inzibat' kuvvetleri aleyhimizde faaliyete geçmişlerdi. Asiler, yer yer isyan çıkarmışlar, Ankara çevresine kadar sokulmuşlar, merkezi tehdit ediyorlardı. Yunanlılar harekete geçmişler, istila sahasını kendi hesaplarına genişleterek ilerliyorlardı. Elimizde yeter derecede kuvvet yoktu. Şunu da söylemeliyim ki: Çok zaman boş olan maliye hazinesinin en varlıklı zamanımızda mevcudu iki yüz bin lirayı geçmiyordu. "Bu kötü durum karşısında selamet yolunu bulmamız, emin olmamız Iazımdı. O halde ne yapmalıydık? İşte bu düşünce ile Çankaya'ya gelir, sizi bulur, sabaha kadar konuşurduk. Yeni beliren gün ışığı altında Çankaya yokuşundan şehre doğru inerken her endişeden sıyrılmış bir halde kendi kendimize, 'Adam sen de, bunlar da mesele mi? Yalnız başımıza hepsini hallediriz,' derdik. Bu inanç sizden aldığımız manevi kuvvetti. Hadiseleri tahlil, kuvvetinizin bize ilhamı idi. üstün görüşlü lider olmanızın neticesi idi. Bence sizin bu vasfınız, diğer meziyetlerinizin başından gelir," dedim ve sustum. İçimden gelen bu samimi ve gerçek sözlerim, çelik gibi sağlam bir iradeye sahip olan büyük adamın tevazu duygusuna dokunmuş olmalı ki hafif bir sesle ve çekingen bir eda ile sordu: - Bunları yazdınız mı? -Hayır. - Rica ederim, yazınız. O zaman bu, benim için bir emirdi. Nur içinde yatsın, irtihalinden sonra bir vasiyet olmuştu. Bunun içindir ki bu kitabı yazmaya başladım ve “Ben de Yazdım” adını verdim. (Fazlı KÖKSAL)
Esasen bu kitap üç cilttir ben 2. Cildini okuma gereği duydum Üsküdar Şemsi Paşa kütüphanesinde basılan ilk ciltleri mevcuttur Celal Bayar burda oldukça dürüst yaklaşmış açık açık Abdulhamide kızıl Sultan müslümanlara irticacı veyahut şeriatçı kendi düşüncelerinin aksine olan herkese de eşkıya diyor içinde hakiki tarihi vakalar mevcuttur inkılab tarihine inanmayiniz Osmanlı tarihinde anlattığı eleştirilerde gerçek olaylar mevcuttur (Tayyip Akçin)
Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş PDF indirme linki var mı?
Celal Bayar - Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Celal Bayar Kimdir?
Mahmut Celâleddin Bayar (16 Mayıs 1883; Gemlik, Bursa – 22 Ağustos 1986, İstanbul; lakapları: Galip Hoca, Reşad-ı Sani, Müdür, Müftü), Manisa mebusu Türkiye eski milletvekili, bakan, Atatürk'ün son başbakanı ve üçüncü cumhurbaşkanı.
1883 yılında Bursa'nın Gemlik ilçesinin Umurbey köyünde doğmuştur. Ailesi, şimdi Bulgaristan'a ait olan Plevne şehrinden göç etmiştir. Celâl Bayar'ın babası, ilmiye sınıfına mensup bir fıkıh bilgini olan Abdullah Fehmi Efendi'dir. 93 Harbi'nden sonra muhacir olarak geldiği Bursa'nın Umurbey köyündeki rüştiyede müdürlük ve bir ara Gemlik'te müftülük yapmıştır.
Celâl Bayar, ilk ve orta öğreniminden sonra memuriyet hayatına atıldı. Adliye, reji ve bankacılık sahasında memuriyet görevlerinde bulundu. Gemlik Mahkeme ve Reji Kalemleri'nde memur olarak çalışma hayatına başlamıştır. Ardından Bursa'ya giderek Ziraat Bankası'nda görev almış ve bu sırada Harir Darüttalimi ve Collège français de l'Assomption isimli okullara devam etmiştir. Bursa'daki çalışmalarını Deutsche Orientbank 'ta sürdürmüştür. Daha sonra İttihad-ı Milli bankasında çalışmıştır. Bu sırada İnegöllü Refet Bey'in kızı Reşide Bayar ile 1903'te evlenmiş, bu evlilikten Refii (1904-1941),Turgut (1911-1983), Nilüfer Gürsoy (1921-) adlarında üç çocuğu olmuştur.
1908 yılında İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne katıldı. 1918 yılında Müdafaa-i Hukuk-ı Osmaniye Cemiyeti'ne girdi.
1913 yılı sonunda İzmir'e gelen Celâl Bayar, İttihat Terakki Cemiyeti'ne katmak için spor yapan ve aralarında Adnan Menderes'in de olduğu Altay'lı gençleri davet etti ve 1914 yılının 16 Ocak tarihinde Altay spor kulübü fiilen kuruldu. Celâl Bayar, Şark İdadisinde faaliyet gösteren Altay'ın kuruluşu için para yardımında bulundu.
12 Ocak 1920'de toplanan son Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Saruhan Sancağı milletvekili olarak katıldı. Millî Mücadele'nin başlaması ile birlikte Anadolu'ya geçerek bu harekete fiilen Galip Hoca olarak katıldı. Bu mücadelenin kazanılması sırasında Batı Anadolu'da faaliyet gösterdi. Aynı zamanda 1. Dönem TBMM'nde Saruhan (Manisa) Milletvekili olarak görev aldı. 1921'de İktisat Vekili oldu.
Lozan Barış Konferansı'na müşavir göreviyle katıldı. 1923 seçimlerinden sonra 2. Dönem TBMM'ye İzmir Milletvekili olarak girdi.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda mücadele adamı, politikacı ve iktisatçı olarak temayüz etti. Hindistan müslümanlarının Türk İstiklal Harbine yardım olarak aralarında toplayıp gönderdikleri altınları kullanarak, 1924 yılında Mustafa Kemal'in emriyle Türkiye İş Bankası'nı kurdu ve bu Banka'nın ilk Umum Müdürü oldu. 1932-1937 tarihleri arasında İktisat Vekilliği, 1937-1939 yılları arasında Başvekillik yaptı. 1943 yılına kadar İzmir Milletvekili olarak siyasi hayatını sürdürdü.
Çok partili siyasi hayata geçilmesi üzerine 1946 yılında arkadaşları ile birlikte Demokrat Parti'yi kurdu ve başkanlığına getirildi. Demokrat Parti genel başkanı Celal Bayar'ın, 1948 yılında, dönemin "Milli Şef"i İsmet İnönü'nün demokratik seçimlere izin vermesi için "Devr-i Sabık yaratmayacağız" (yani iktidara geldikten sonra yapılan yanlışların ve yolsuzlukların hesabını sormayacağız) demesinden sonra bazı DPliler partilerinden istifa ederek, 19 Temmuz 1948'de Mareşal Fevzi Çakmak önderliğinde, Osman Bölükbaşı ile birlikte Millet Partisi'ni kurdular. Demokrat Parti'nin 1950 seçimlerini kazanmasından sonra aynı yıl Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Türkiye'nin üçüncü Cumhurbaşkanı seçildi. On yıl cumhurbaşkanlığı yapan Celal Bayar, 27 Mayıs 1960 darbesiyle askeri cunta tarafından iktidardan indirildi.
Cuntacıların kurduğu özel mahkeme olan Yassıada Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildi (15 Eylül 1961). Yaşı nedeniyle idam cezası daha sonra müebbet hapse çevrildi. Yassıada'dan Kayseri bölge cezaevine nakledilen Bayar, 7 Kasım 1964 tarihinde rahatsızlığı nedeniyle serbest bırakıldı. 7 Temmuz 1966'da da dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından, Anayasa'nın 97. maddesinde yazılı sebeplere dayanılarak "affedildi".
22 Ağustos 1986 tarihinde, 103 yaşında İstanbul'da vefat etti ve memleketi olan Bursa-Umurbey'de toprağa verildi.
Doğduğu ev, Yapı Kredi Bankası Genel Müdürü Kazım Taşkent'in katkılarıyla restore edilmiştir.
Celal Bayar Kitapları - Eserleri
- Atatürk Gibi Düşünmek
- Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş
- Başvekilim Adnan Menderes
- Kayseri Cezaevi Günlüğü
- Şark Raporu
- Celal Bayar'ın Söylev ve Demeçleri
Celal Bayar Alıntıları - Sözleri
- Bugün milletlerde ırk esası aramak gülünçtür. Çünkü ırklar birbiriyle ihtilât etmiştir. Genel olarak kendi bucağında kalmış yabancılarla karışmamış ırk bulmak güçtür. Hiçbir yerde saf ırk kalmamıştır. Hemen her memlekette devirler ve yüzyıllar boyunca çeşitli ırklar gelip geçmiştir. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Atatürk, büyük adamdı. Büyük adamlar, büyük dağlar gibidir, onlardan uzaklaştıkça haşmetleri ortaya çıkar. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Zafer, "Zafer benimdir!" diyebilenindir. Başarı, "Başaracağım!" diye başlayanın ve "Başardım!" diyebilenindir. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Mustafa Kemal harp başlayınca pasif bir vazife olan Sofya Ateşemiliterliği'nde kalmak istemedi. Harbiye Nazırı Enver Paşa'ya bu fikrini bildirdi. Tekirdağ'da kurulmakta olan yeni bir tümenin kumandanlığına tayin olundu (2 Şubat 1915). Fikir ayrılığını bir tarafa bırakarak yeni vazifesine hararetle sarıldı. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Arabistan'dan dikkate değer haberler geliyordu. Hicaz şimendiferi inşaatı ilerlemiş ve hat, Medine'ye varmıştı. Bu başarıdan sadece sevinç duyulması gerekirdi. Amma, kazançlarına tesir yapacağı iddiasiyle Deveciler tahrik ediliyordu. Daha doğrusu Mekke Emiri Şerif Hüseyin, yarınını hazırlamak için bu muvaffakiyeti - kendi hesabına - istismar ediyor, hoşnutsuzluk yaratıyordu. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Aradaki 1937-1938 yıllarında Bayar’ın başbakanlığı döneminde başlatılan yeni projeler –Bayar’ın Şark Raporu’ndaki anlayış ve ona dayalı programı– ise Atatürk’ün ölümü, Bayar’ın idareden ayrılmasıyla lüzumsuz sayılarak yok edilmişti. Eski zihniyet devam edegelmişti. (Şark Raporu)
- Sultan Mehmed Han-ı Sadis Hazretleri' büyük alay ve törenle Meclis'e geldi. Hünkar Locası'ndaki yerin aldı. Yanında Veliaht Mecid Efendi ve şehzadelerden Selim Efendi bulunuyordu. Hepsi de sırmalı büyük üniformalarını giymişler, irili ufaklı birçok nişanlarla süslenmişlerdi. Toplantı salonunu dolduran milletvekillerinin sade halleri önünde, haşmetli görünen bu insanlar, bana büyük mağazaların mankenlerini hatırlatıyordu. Bunlar milleti tanımadıkları gibi, millet için hayırlı bir bilgileri ve fedakârlıkları da yoktu. Protokol icabı süslenmiş gelmişlerdi... (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Toplum olaylarında deney laboratuvarı tarih sayfalarıdır. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Abdülaziz Mecdi Efendi, ulemadan Recep Arusan'ı Fatih Türbedarı Ahmet Amiş Efendi'nin huzuruna götürüp takdim eder. Kendisi de geride ayakta durur. Ahmet Amiş Efendi, kendisini ziyaret edenin zâhir ilimleri tedris eden ilâl ve idgamla, sarf ve gramerle uğraşan bir kimse olduğunu anlayınca onun seviyesine inerek Arapça gramerden bir sual tevcih eder. Aldığı cevabı beğenerek "Ben de zaten bu cevabı vermeni beklerdim" diyerek müftüyü takdir eder. Hatta arkasını okşar ve alnından öper. Anlaşılan Fatih hocalarından birisinin kendisini ziyarete gelmesi Hazretin de hoşuna gitmiş ve sonra da elinde tuttuğu enfiye kutusunu açarak bir tutam enfiye vermiştir. O sırada geride ayakta duran ve bu konuşmayı dikkatle dinleyen Abdülaziz Mecdi Efendi'ye de bir tutam enfiye vererek çekmek üzere iken o, aşırı sevgiyle birdenbire bir sayha çıkartarak Türbedarın üzerine atılır kucaklar ve sonra ayrılarak şaşkın bir halde yere serilir. Bu sırada Recep Arusan, Türbedardan gördüğü takdir ve iltifata güvenerek; "Böyle delibozuk adamları mürit edineceğinize adamakıllı kimseleri edinseniz daha iyi olmaz mı?" der. Türbedar bu suale gülerek mukabele eder. Abdülaziz Mecdi Efendi de kendine gelerek birlikte çıkıp giderler. Meğer Abdülaziz Mecdi Efendi'nin sayha kopararak Ahmet Amiş Efendi'nin üzerine atılmasının ve onu kucaklamasının sebebi, Ahmet Amiş Efendi'nin "Enfiye öyle değil böyle çekilir" demesiymiş. Bu söylem dille değil gönülle olmuş olacak ki, Recep Arusan işitmemiş. Abdülaziz Mecdi Efendi ile Recep Arusan'ı ne zaman bir arada görsem bu hâdiseyi tekrar ederler hâtırayı tazelerlerdi. Abdülaziz Mecdi Efendi, bu cezb hâdisesini şu cümlelerle izah ederdi: "Bâzan mürşit, bütün kuvvet ve kudretini bir an için müride verir, mürit o kuvvetle öyle bir aşka düşer ki, kendisini hemen mürşidinin üzerine atar. Onu öper, ısırır ve kemiklerini kıracak derecede sıkar. İşte cezb budur. Kuvvet ve keramet müritte değil mürşittedir. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Bir kumandanın savaşta en kıymetli sermayelerinden birisi, kendi tecrübeleri ve başkalarının başından geçmiş olaylardır. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Her dar boğazda, her kargaşalıkta, her umutsuzluk ortamında Atatürkçülük bizim için çaredir. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Rusya kuvvetlendiği günden beri başlıca gayesini teşkil eden İstanbul'u ve Boğazlar'ı ele geçirmek emelinden vazgeçmiş değildi, ancak tek başına hareket ederek savaş ile toprak kazanmanın zorluğunu da anlamış bulunuyordu. Balkanlar'da ki milliyetçilik akımları doğrudan doğruya ilhak yolunu kapamış olduğu için de Balkan siyasetinde bir değişiklik yapmıştı. Balkanlar üzerindeki nüfuzunu bu bölgede ilerde kendi himayesi ve hâkimiyeti altına alacağı muhtar veya bağımsız devletler yolu ile gerçekleştirmek istiyordu. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- İstanbul'u yedi tepeye kuran Bizans değil, biziz! Türklerdir... (Başvekilim Adnan Menderes)
- Arzuladığı iklime ulaşmak için uygulamak istediği yöntemi 1950 seçimine bir hafta kala, 6 Mayıs’ta, Diyarbakır ve Elazığ’daki konuşmasında açıklamaktadır: “Demokrat Parti vatandaşlar arasında hangi ırktan ve dinden olursa olsun Cumhuriyet kanunlarına itaat edilmesi şartıyla vatandaşlar arasında bir fark gözetmemektedir. Zaman zaman bazı kimselerin zihinlerinde bir şüphe belirmektedir. Acaba bu memleket sakinleri arasında şarklı ve garplı bir fark var mıdır? Varsa bunu kökünden söküp atmak lazımdır. Nazarımızda ne şark garp, ne şarklı garplı, yerine kül halinde memnun edilmesi icap eden milletimiz vardır.” (Şark Raporu)
- Bugün de savcı olmadığı zamanlarda bazı ziyaretçilerle görüşmeme müsamaha edildi. Gelenlerden biri vaktiyle Sivas'da bir sözümü hatırlattı, ne demişim: "Silah fikre tesir etmez." 22 Eylül 1964 (Kayseri Cezaevi Günlüğü)
- “Bürokratik Zihniyet ve Ekonomi” başlıklı bölümde Bayar sadece Doğu’yu değil civar illerini de içine alan gezisi sırasında idare memurlarında gördüğü zihniyete değiniyor. İdare amirleri ve memurlar, devlet ve millet hayatında ekonominin başta gelen rolünün farkında değiller. İdari amiri ve memurlarının bölgelerindeki yolsuzlukları lakayt kalmamalarını ve merkezi aydınlatmalarını istiyor. (Şark Raporu)
- İttihat ve Terakki Cemiyeti memleket içinde gizli ihtilâl organı olarak kurulmuştu. Meşrutiyetin ilanından sonra cemiyet haline geçmiştir. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)
- Faşizm, "HER ŞEY DEVLET İÇİN" derken Atatürk "HER ŞEY MİLLET İÇİN" diyordu. Bu, birbirine taban tabana zıt iki dünya görüşüdür. Toplumun temel üstün değeri "DEVLET" de görenler, faşizmi oluştururken, "TEMEL ÜSTÜN DEĞERİ" "MİLET" de görenler, hürriyetçi demokrasiyi oluştururlar. Çünkü devlet -işlerliği açısından- eninde sonunda bir kadrodur, hacmi ile sınırlıdır. Toplumu devletin emrine verme, imparatorluk tefekkürüdür; denenmiştir; sürekli gücü olmadığı görülmüştür ve sonunda parça parça olmuştur. (Atatürk Gibi Düşünmek)
- "Her dar boğazda, her kargaşada, her umutsuzlukta Atatürkçülük bizim için çaredir." (Atatürk Gibi Düşünmek)
- Hakkı Paşa, büyük ümitlerle Hükümet başkanlığına getirilmişti. Zeki, görgülü ve kültürlü bir kişiydi. O dönem için değer taşıyan hukuka ve tarihe ait eserleri vardı. Serbest fikri ve Hukuk Mektebi'ndeki bilgili eğitimiyle saygı toplamıştı. Sadrazam oluşunun sebepleri de bunlardı. İş başına, "adl-i ihsan" politikası ile gelmişti. Bu bir nevi sertlik yerine yatıştırma politikası takib edeceğinin ifadesiydi. Fakat adl'e ve bilhassa ihsan'a kendisini muhtaç ve aynı zamanda mağdur sayan eski ve yeni devir politikacılarının sayısı o kadar çoktu ki bunun altından kalkmak hemen hemen mümkün değildi. Bu işsizlerin her biri, bir partinin adamıydı. Parti didişmeleri bu sırada en had devrini yaşıyordu. Paşa'nın nazari bilgisi yüksek olmasına rağmen, Devlet idaresinde yeter derecede kudret ve enerji gösteremiyordu. İleri düşüncesi ve üstün haliyle muhitine intibak edemiyor, tabiatiyle şahsı etrafında muhit de yapamıyordu. (Ben De Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş)