Ben Buradayım... - Yıldız Ecevit Kitap özeti, konusu ve incelemesi
Ben Buradayım... kimin eseri? Ben Buradayım... kitabının yazarı kimdir? Ben Buradayım... konusu ve anafikri nedir? Ben Buradayım... kitabı ne anlatıyor? Ben Buradayım... PDF indirme linki var mı? Ben Buradayım... kitabının yazarı Yıldız Ecevit kimdir? İşte Ben Buradayım... kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

Kitap Künyesi
Yazar: Yıldız Ecevit
Yayın Evi: İletişim Yayınları
İSBN: 9789750503214
Sayfa Sayısı: 580
Ben Buradayım... Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti
Edebiyatımızın kilometre taşlarından olan Oğuz Atay özellikle son yirmi yıldan bu yana büyük bir okur kitlesine ulaştı ve benimsendi. Yazarın gerek yaşamı gerekse eserleri hakkında yazılanlar ise makalelerle sınırlı kaldı.
Modern Türk edebiyatı konusundaki ciddi ve kapsamlı araştırmalarıyla tanınan, aynı zamanda önemli bir Oğuz Atay uzmanı olan Yıldız Ecevit, ilk defa Oğuz Atay'ın yaşamını ve eserlerini kitaplaştırdı. Ecevit bu kitabında Oğuz Atay'ın yaşam öyküsünü anlatırken eserleri ile yaşamının örtüştüğü yerleri ve hayatındaki esin kaynaklarını da keşfediyor. Aynı zamanda eserlerin yetkin bir eleştirisini de yapıyor.
Tutkunlarının Oğuz Atay romancılığının tüm yönlerini okuyabilecekleri mükemmel bir kitap ve edebiyat tarihimizde bir ilk...
Ben Buradayım... Alıntıları - Sözleri
- Yaşama tek başına göğüs germe gücünden yoksun olmaktır, onu evlenmeye iten.
- Kafka yaklaşık olarak şöyle diyordu: "İnsan ne olduğunu sözcüklere dökemez. Onun kendini dile getirebileceği tek alan vardır: yalanın dünyası."
- Bir okuruna göre, "Türkiye'nin Dostoyevskisi"dir o. … Dostoyevski, Atay'ın metinlerarası düzlemdeki ilham perisidir.
- Metinlerarası düzlem "Tutunamayanlar"ın çok işlek, çok verimli bir katmanıdır, yazarının yaşamı boyunca metinlerin dünyasına yaptığı sayısız yolculuktan yoğun izler taşır; dört bir yana yayılmış yazar ve kitap isimleriyle romanın içinde kendi doğasını oluşturur. Dostoyevski'nin başı çektiği ve Gorki, Wilde, Kafka, Nietzsche, Spengler diye uzayıp giden bir liste dolusu yazar ismi metin dokusunun içinde dal budak sarar. İçin de insanların yaşayarak değil, okuyarak büyüdüğü bir romandır "Tutunamayanlar".
- "Tehlikeli Oyunlar", Oğuz Atay'ın yaşamındaki bu mutsuz dönemin yalnızlığı ve acılarıyla dokunmuş; yazarın, yalnız soyut değil, somut yaşamından güçlü renklerle oluşturulmuştur. Bu romanın sayfalarında, onun Fikriye Gürbüz'le evliliği, Sevin Seydi'den ayrılışı ve içine düştüğü büyük yalnızlığın izini sürmek mümkündür. "Evliliğimin içyüzünü bir roman tefrikası gibi parça parça ederek ayaklarınızın dibine sermedim mi?" (T0.333) diyen Hikmet, romandaki evlilikle ilgili bölümleri yaşamından ayrıntılarla dokumuş olan yazarı Oğuz Atay'la çakışır. Romanda, kendisini bırakıp Londra'ya giden Sevin Seydi'nin neden olduğu boşluk ve acı kimi yerde öylesine elle tutulur bir duruma gelir ki, metni bir ağıt-roman olarak okumak bile mümkündür.
- Çetin geçen bir iş görüşmesinden sonra roman kişisi Selim Işık'a şöyle dedirtir Oğuz Atay: "Hayata atılmak gibi bir çılgınlığı nasıl yaptım? insanların dünyasına atılmayı nasıl göze aldım? Ben insan değildim ki. Yaşamadığım bir hayatın içine nasıl atıldım?" (T.557) "Tutunamayanlar" sonrası yakın çevresinden Barlas Özarıkça, Oğuz Atay için şöyle diyordur: "Yaşama acemisiydi o. Böyle bir insanın bu iklimde yaşaması zor: Yalan söyleyemez, yırtık değil, yağ çekemez..." Selim Işık ise kurmaca düzlemden açıklık getiriyordur konuya: "Her zaman olduğu gibi dışında kalıyorum düzenin. Bu benim kaderim. " (T.615) Sonra, yine başka bir sayfada yakınmasını sürdürüyordur Selim Işık: "Ne yapabilirim? Kitap okumakla, manavın beni aldatmasına engel olamıyorum bir türlü. Manava inanmadığım halde beni aldatıyor namussuz. Ya inandığım dostlarımın beni aldatmasını önlemek: büsbütün imkansız bu. " (T.334) Oğuz Atay yaşamının bundan sonraki on yılında, somut yaşam cangılının kanlı canlı dünyasının daha yan bölgelerinde barınmaya çalışacak, öğretim üyesi olarak hayatını kazanacak, çoğunlukla da yazının evreninde kendisine soluklanabileceği bir dünya oluşturacaktır.
- Dostoyevski, kendisiyle ilk tanıştığı lise yıllarından başlamak üzere, yaşamının her döneminde Oğuz Atay'ın en sadık kaldığı yazardır. O günlerde edebiyat çevrelerinde, 'Dostoyevski mi yoksa Tolstoy mu daha güçlü yazar?' tartışması gündemdedir. Yaşar Kemal Tolstoy'u, Kemal Tahir ise Dostoyevski'yi savunmaktadır. Arkadaşı Cevat Çapan Oğuz Atay'ın bu tartışmalarda ateşli bir Dostoyevski savunucusu olduğunu anımsıyordur.
- "Tehlikeli Oyunlar" da "Tutunamayanlar" gibi, insanın iç dünyasında kendi 'ben'ine doğru yaptığı bir yolculuğu anlatır; bir oluşum romanı: bir Bildungsromandır. Yazar, ikinci romanın da ana kişisi Hikmet'in kimliğini, soyut düzlemde ameliyat masasına yatırır, içindeki çok sayıdaki benlik parçasını numaralayıp kategorize ederek kurmaca düzlemde onlarla yüzleşmeyi dener. Böylesine ayrıntılı, titiz bir kimlik arayış sürecinden geçirtir Atay roman kişisini. Yalnızca bilinç düzleminde tanıdığı Hikmet'le hesaplaşmak istemiyor, bilinçaltının gölgeli mekanlarında gizlenmekte olan Hikmetler'in tümünü gün ışığına çıkarmayı deniyordur. Titiz bir kurguyla, simgesel düzlemde olumsuzluk çağrışımlarına açık bir sayı ve "Korku" başlığı taşıyan 13. bölümde bir bilinçaltı atmosferi yaratır Atay. Köpek havlamaları ve intihar/ölüm düşünceleri eşliğinde, rüya ve uyanıklık durumunun birbirine karıştığı bir ortamda bilinçaltının çocukları olan Hikmetler'i metnin içine salar. Roman kişisinin gerçek kimliğiyle özdeşleşme yolunda, yüzeydeki 'Ben'ine karşı verdiği amansız bir savaşımdır bu. "Mış gibi yapmaktan usandım albayım," (T0.411) diyordur Hikmet; yeni baştan kurmak istediği bir öz varlıktan söz ediyordur (T0.414); 'kendini tanı' önermesi metnin dört bir yanına yayılmıştır (T0.413-421). Atay, odağına bir varoluş sorunsalı oturttuğu romanında, kendi gerçek 'Ben'ine ulaşmaya çalışan ana kişisini, diğer metinlerinde de yaptığı gibi simgesel içerikli bir isimle adlandırır; Hikmet'in soyadına varoluşsal bir ton katar: 'Benol'.
- İyi bir hayat hikâyesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur. OĞUZ ATAY
- 'Yarım bırakılmışlık' Atay'ın bu ikinci romanının en önemli motiflerinden birini oluşturur. Hikmet fakülteyi bitirmemiştir, üç dersten takıntılıdır; yazdığı oyunları da yarım bırakıyordur; ölümü bile yarım kalmıştır, ölüp ölmediği belli değildir; onun yaşamında rüyalar da yarım bırakılmışlıktan payını almaktadır: " {b]elki de hiçbir şeyin sonuna katlanamadığım gibi bu rüyanın da sonuna katlanamadım ve seyretmedim sonunu," (T0.264) diyordur Hikmet. Yarım kalmışlık giderek, 'yarım' bir futbol karşılaşmasının betimlendiği bölüm de ete kemiğe bürünür; soyut kavram somut dünyada cisim kazanır: "Yarım kalmış hayaller gibi, yarım kalmış insanlar, tekerlekli kutularının içinde sahaya çıkıyorlardı. Bellerinden aşağısı olmayan bu işkence insanları, tahta sandıklarının küçük demir tekerleklerini elleriyle çevirerek yeşil çimenlerin üstünde geziniyorlardı. (. . .) Tekerlekli iskemleler üstünde onlar gibi yarım idareciler, yardımcılar, gazeteciler ve fotoğrafçılar da sahayı doldurmuştu. Yarım futbolcular yarım kalelerin önünde çalışıyordu. (...) Bir gol yarım gol sayılıyordu. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordu." (T0.159) Yarım kalmışlık Atay'ın tüm metinlerinin dokusuna sinmiştir. Jale Parla "Tutunamayanlar kasten yarım bırakılmış bir metindir," dedikten sonra, romanın kendisinin içindeki eksik kalmış metinleri de satırlar boyunca art arda sıralar. Gerçekten de "Tutunamayanlar" yarım bırakılmış metinler cümbüşüdür. Turgut da içinde bulunduğu metnin genel eğiliminin bir parçasıdır. İç dünya yolculuğuna çıkmadan önce, " {h]ayatımda ilk defa, bir işi sonuna kadar götürmeliyim, " (T.523) diyordur, yaşamı boyunca her işi yarım bırakmıştır. Turgut'un yarım bıraktığı yaşantı çeşitleri yazarınınkilerle koşutluk içerir: "Meyhane arkadaşlarını da meyhanelerde bıraktım, ülkü arkadaşlarını da ülküleriyle başbaşa. Bir yerde durmasını bilemedim." (T.611) Atay'ın ruh dostu Dostoyevski'nin yeraltı adamı ise yarım kalmışlık olgusuna Schopenhauer tonlaması içeren bir açıklama getirir: "Evet, insan ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, yaşamını harcar, ama aradığını eline geçirmekten inanın ki korkar. Çünkü onu bulur bulmaz, artık arayacak başka bir şeyinin kalmayacağını bilir. " Bu da ölüm benzeri bir sondur. Atay ise bir işi bitirmenin ölümle eş değerli olduğu düşüncesini "Korkuyu Beklerken" öyküsünün sayfalarında da sürdürüyordur: "Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gidemiyordun. Böyle küçük çalışmalarının üst üste eklenmesiyle doluyordu zaman." (KB.59) Metinleri içinde ayrıksı bir konumu olan "Bir Bilim Adamının Romanı"nda, kişiliğinin yarım bırakma edimiyle pek bağdaşmadığını düşündüğümüz Prof. Mustafa İnan'ın makaleleştirilmemiş kimi notları için bile, "yarım kalmışlığın güzelliğini taşıyor, " (BR. 162) demekten hoşlanır Atay. Yarım bırakmak, varoluşsal bir içeriğe de sahiptir. Heiddegger'in varoluş felsefesinde insanın varoluşu, kişinin yaşamındaki olasılıkların gerçekleşmesiyle oluşur. Olasılıkların bitmesi ise ölüm demektir. İnsan, içerdiği olasılıklardan yalnızca birinin yaşama geçirilmesiyle kimliğine kavuşmaz. Varoluş, kişinin bünyesinde gizli durumda barınan olasılıklar çoğulluğunun yaşama dönüşmesiyle pekişir. Bu açıdan ele alındığında; kimlik parçacıklarıyla oyunlar kurgulayan Hikmet, her şeyi yarım bırakıp içindeki bir olasılıktan diğerine atlayan "Tutunamayanlar"ın roman kişileri bir yandan ölümden kaçarak yaşama tutunmaya çalışırlarken, öte yandan içlerindeki çoğul çelişkiler dünyasıyla yüzleşip kendilerini tanıma yoluna girerler.
Ben Buradayım... İncelemesi - Şahsi Yorumlar
AŞKINI CİDDİYE ALAN BİR ADAMIN PORTRESİ:: "Ben Buradayım-Oğuz Atay'ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası" Hiçbir sahici tarafı olmayan yüzeysel “insanî ilişki”lerden yorgun mu düştünüz, daha düne kadar size methiyeler yağdıran, yere göğe sığdıramayanlar menfaatlerine ters düşünce kapkara bir sessizlik perdesinin ardına mı saklandılar, konuşacak ortam bulamamaktan derin bir sessizliğe mi büründünüz, içinizdeki şarkıyı kimseler duymuyor mu, dahası bütün bunlar olurken siz yine, yeniden ve her seferinde olduğu gibi okları kendinize mi çevirdiniz, Kafka’nın Dava’sında olduğu gibi “ gerçekliği olmayan suçlarla” mı suçluyorsunuz kendinizi ve her seferinde yenik mi düşüyorsunuz? Eğer bu soruların en az üçüne evet diyorsanız siz de bir tutunamayansınız.:) Üzgünüz, bu bir lanet ve ömür boyu peşinizi bırakmayacak... Bir monografi tanıtımına bu cümlelerle başlamak istemezdim ama “Ben Buradayım” öyle derinden sarstı ki beni ve bu kitapta Oğuz Atay’ın biyografik ve kurmaca dünyasına adım adım yolculuk yaparken öyle kendimden geçtim ki çook uzun zamandır bir kitapla böylesine büyülenmemiş, böylesine derinden sarsılmamıştım. “Huzur”a inceleme yazarken ifade etmiştim “iyi ki Tanpınar benim dilimde yazmış, gurur duydum böyle bir yazarımız olduğu için” diye. İşte Yıldız Ecevit’in bu olağanüstü derecede titizlikle hazırlanmış, akıcı bir dile ve üslûba sahip, o çok sevdiğimiz Oğuz Atay cümleleriyle bezenmiş kitabını okurken de iki kez gurur duydum: Bu gururun birinci sebebi, Yıldız Ecevit’in benim dilimde böyle şahane bir monografi yazmış olmasıydı ve ikinci sebep de bu muazzam eserin bir bilim kadınının elinden çıkmış olmasıydı. 578 sayfalık bu muazzam kitap hakkında ne yazsam, ne söylesem eksik kalacak, burada yazdığım üç beş sayfalık tanıtım yazısı bu kitabı tanıtmaktan aciz olacak bunu en baştan ifade edeyim. Kurmaca edebiyatın tamamlayıcısı olarak gördüğüm araştırma ve incelemeye dayalı akademik metinler, bir yandan kurmaca dünyanın sırlarını bize aktarırken diğer yandan da sıkıcı olmak gibi bir handikaba sahiptirler. Eğer bir yazar; titiz ve detaylı bir kütüphane çalışması, kaynak kişilerle yapılan görüşmeler ve kurmaca metinlerin didik didik edildiği bir eserle karşımıza çıkmışsa bu eserde ilk aradığımız hususiyet o eserin bize ne kattığıdır esasen. Bu manada akademik makaleler, biyografiler ya da monografiler sıkıcı da olsa onları okuruz. Ama eğer bilimsel metinlerin yazarı, eserini çok akıcı bir dil ve üslupla kaleme almışsa o metin ya da kitap zirvede olmayı hak ediyor, hak eder. Bu sebeple Yıldız Ecevit’in “Ben Buradayım”ı her yönüyle övgüyü hak ediyor. Hatta itiraf edeyim ki Türk edebiyatında okuduğum tüm monografi ve biyografilerin içinde zirveye oturmayı başardı. Neden mi? İşte bunu izah etmek işin en zor kısmı ne yazık ki. Zira “çok uzun yazıyorsun" diyenleri de gözönünde bulundurarak kitaptaki Oğuz Atay portresine yüzeysel bir bakış atacağım. Böyle bir kitabı derinlemesine incelemek haddim değil zaten. Hadi başlayalım o zaman! Kitap hakkında teknik bilgi vererek yazıma başlamak istiyorum: “Ben Buradayım-Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” Kısaltmalar, Sunuş ve Teşekkür bölümlerinin ardından başlayan, yazar tarafından bölümlerin içeriğine göre düzenlenmiş yirmi altı özel başlıktan oluşan “Dizin” ile son bulan bir kitap. Kitap, adını -tahmin edebileceğiniz gibi- “Korkuyu Beklerken” kitabının sonunda yer alan "Demiryolu Hikayecileri -Bir Rüya" başlıklı hikayenin son cümlesinden alıyor: “Ben buradayım sevgili okuyucum sen neredesin?” Yıldız Ecevit bu cümlenin “Ben Buradayım” bölümünü kitabına başlık olarak seçerek daha en baştan Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”da kıyasıya eleştirdiği “Hayatı ve Eserleri” metinlerinin çok dışında sıradışı bir biyografi/monografi yazacağının ipuçlarını veriyor. Yıldız Ecevit’in ifadesine göre “Ben Buradayım” önermesi; bir yandan Oğuz Atay'ın bu kitapta hayat hikayesi ve eserleriyle "burada olduğunu" ifade ederken, diğer yandan da bu hayat hikayesini dört yıl süren uzun ve zorlu bir araştırma ve yazma sürecinin ardından birleştirip bir kitap formu halinde bizlere sunan Yıldız Ecevit'in de "burada olduğunu" ifade ediyor. Zira bir kitap her ne kadar titiz bir araştırmanın mahsulü de olsa sonuç olarak onu kurgulayan yazarının eseridir. Ve sunuş şu cümleyle bitiyor: “Bu kitabın Oğuz Atay’ı, benim kimliğimden süzülüp gelen bir Oğuz Atay: Benim Oğuz Atay’ım. Kim gerçeği katıksız aktardım diyebilir ki?”(s. 19) Kitabın "Sunuş" bölümünün girişine Oğuz Atay’ın “Bir Bilimadamının Romanı”nda geçen bir cümlesi epigraf yapılmış: “İyi bir hayat hikayesi yazmak, bir hayat yaşamak kadar zordur.”(s. 44)Bu epigrafla Yıldız Ecevit bize aslında çok zorlu bir işe giriştiğinin ipuçlarını da vermiş oluyor. Bu bölümde Türkiye'de biyografi/ monografi yazmanın zorluklarından söz eden Yıldız Ecevit, belge temini konusunda girdiği çıkmazlardan söz açıyor ve bizde belge temininin ne kadar güç olduğunu izah ediyor. Oğuz Atay’ın 1970’lerde radyoda ve televizyonda yaptığı konuşmaların tümüne erişmekte güçlük çektiğini, yetkililerin bu durumu “gereksiz görülenler arşivden ayıklandı” türünden akıl almaz bir açıklamayla izah ettiğini (!) ifade ettikten sonra Shakespeare’i araştıran Mr. Homan’ın Shakespeare’in dedesinden babasına ne kadar pound miras kaldığını 1561 yılına ait kayıtlardan çıkarabildiğini ifade ederek bu konuda ne kadar geride olduğumuzu(!) da somut bir örnekle ortaya koymuş oluyor. Kaynak kişilerle yapılan görüşmeler sonunda insan belleğinin yanıltıcı yapısını fark eden yazar, görüştüğü kişilerin birbirini tutmayan açıklamaları sonucunda çıkmaza giriyor ve umutsuzluğa kapılıyor, ancak daha sonra Oğuz Atay’ın eserlerinin biyografik unsurlarla bezeli olması ona farklı bir yol açıyor ve ortaya böylece bu sıradışı monografi çıkmış oluyor. Burada da kendi içinde bir kimlik kargaşası içine giren Yıldız Ecevit bu durumu şu cümlelerle ifade ediyor: "Ben Buradayım" aynı zamanda Oğuz Atay'ı hayatı ve eserleri türünden bir alt başlığın ciddiyeti içinde de ele alan bir başvuru kitabı olmalıydı: Bu öteki Yıldız Ecevit'in yazmak istediği yalnızca bir biyografi değildi; Oğuz Atay odağında üreyen onun yaşamı ve yaşamda bıraktığı tüm izler ile birlikte bütüne doğru ayrıntılı bir biçimde dokumaya çalışan bir monografiydi. Biyografiyi monografiye dönüştürerek onu daha teknik renklerle boyayan bu Yıldız Ecevit, bir yaşam öyküsünün ardına takılıp koltuğuna yaslanarak rahat bir okuma serüveni yaşamak isteyen okuru düş kırıklığına uğratmayı da göze aldı." (S. 18) Sonuç olarak Yıldız Ecevit, elimizde tuttuğumuz, bütün Oğuz Atay hayranlarının ezbere bildiği cümlelerle bezenmiş, keyifle ve merakla okunan bu ilgi çekici monografiyi bize kitap formu içinde ulaştırıyor mühim olan da bu. Şimdi de kitabın içeriğine bakalım: Oğuz Atay, 12.10.1934 tarihinde Kastamonu-İnebolulu Cemil Atay ile İstanbullu Muazzez Zeki Hanım’ın ilk çocuğu olarak İnebolu’da dünyaya gelir. Kız kardeşi Okşan Ögel ile aralarında altı yaş vardır. Babası Cemil Atay (d.1892) 1909 yılında komiser olarak göreve başlayan Osmanlı döneminin alaylı hukuk sistemi içerisinde sorgu hakimi, ceza hakimi ve savcılığa kadar yükselmiş üç dört kez milletvekili olmuş, etrafında sayılan sevilen aynı zamanda ilkeli ve çalışkan bir adamdır. Annesi Muazzez Zeki de öğretmen okulu mezunu, sanat ve edebiyata kıymet veren, şefkatli, evladını koruyup kollayan, kültürlü ve zarif bir hanımefendidir. Oğuz Atay, “Babama Mektup” eserinde, edebi eserler okuyan ve sinemaya giden anne ve oğluna “bunların hepsi uydurma” diyen bir baba portresi çizer ve babasına hitaben “duygularımın romantik bölümünü sen kızacaksın ama, annemden tevarüs ettim.”(K.B. 164) diyerek gerçekçi ve otoriter baba figürüne vurgu yapar. Annesi ve babası arasında dengeli bir ilişki vardır Oğuz Atay’ın. Muazzez Hanım ,ailede Cemil Bey’in katı taraflarını yumuşatan bir denge unsuru konumundadır. Oğuz Atay, lise yıllarında resim öğretmeninin tesiriyle ressam olmak istediğini babasına söylediğinde ciddi bir tepkiyle karşılaşır ve babası ressamlığın meslekten sayılmadığını, doğru düzgün bir meslek edinmesi gerektiğini ifade eder. "Yıllar sonra "Tutunamayanlar"ın Selim'ine şöyle dedirtecektir Oğuz Atay: "Üç çeşit meslek varmış: mühendislik, doktorluk, bir de hukukçuluk. Ben ressam olmak istiyordum. Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi."( S. 54) Oğuz Atay bu otoriter baba figürü karşısında çok da direnemez ve hiç istemediği halde inşaat mühendisliği okur. Okul hayatı boyunca çok çalışkan ve disiplinli bir öğrenci olan Oğuz Atay, bölümünü hiç sevmediği halde bitirir hatta alanında akademik çalışma yaparak doçentliğe kadar yükselir ve uzun yıllar üniversitede öğretim üyeliği de yapar. Yıldız Ecevit, onun akademik hayatın çıkarlar üzerine kurulu rekabetçi yapısına çok fazla ısınamadığını, ancak akademisyenliğin öğretmenlik kısmını çok severek yaptığını anlatır. Öğrencileri tarafından çok sevilen bir hocadır Oğuz Atay. Hatta mevcut ders kitaplarının dillerini ve anlatımlarını beğenmeyerek, öğrencilerinin dersi daha rahat takip edebilmesi için “Topoğrafya” isminde ders notlarından oluşan bir kitap da kaleme almıştır. Arkadaşları arasında çok iyi fıkra anlatan esprili bir kişilik olarak tanınan Oğuz Atay, derin ve hassas yapısıyla dikkat çeker. İçindeki kırılgan Oğuz’u espriler, şakalar ve fıkralar ile maskelemeyi başarır, ancak onun bilhassa “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar” adlı eserlerinde oluşturduğu biyografik özellikler taşıyan, aşırı duyarlı karakterleri onun gerçek kişiliği hakkında da sayısız ipuçları taşır. Kadınlarla ilişkilerinde çekingen ve mesafeli bir tavrı olan Oğuz Atay, ilk evliliğini Fikriye Hanım ile yapar. Bu evlilikten dünyaya gelen kızı Özge onun tek evladıdır. Oğuz Atay’ı kafa olarak doyurmaktan uzak bir kadın portresi çizen Fikriye Hanım ile Atay arasındaki bu evlilik boşanmayla sonuçlanır. “Tehlikeli Oyunlar” romanında Hikmet’in karısı Sevgi büyük ölçüde Fikriye Hanım’dan mülhem oluşturulmuş bir karakterdir. Evlilikte aradığını bulamayan ve tek kalesi kitaplara sığınan Oğuz Atay, evli olduğu yıllarda -Fikriye Hanım’ın ifadesine göre- evde beş bine yakın kitap biriktirmiştir. Gerçek bir bibliyofil olan ve sabahlara kadar durmaksızın okuyabilen Atay’ın çok güçlü bir belleğe de sahip olduğu gözönünde bulundurulduğunda karşımıza çok kültürlü bir yazar portresi çıkmaktadır. Oğuz Atay Fikriye Hanım' dan ayrıldıktan sonra o yıllarda eşinden yeni ayrılmış olan Sevin Seydi ile büyük bir aşk yaşar. Sevin Seydi ressamdır ve aynı zamanda da çok iyi bir okurdur, dünya edebiyatını çok yakından takip eder. Birlikte yaşadıkları dönemde ilham perisinin etkisiyle ilk romanı “Tutunamayanlar”ı kaleme alan Oğuz Atay, romanı onunla birlikte yaşadığı dönemde bir yılda yazıp bitirir. Sevin Seydi onu; dünya edebiyatı, kuramlar, yeni biçem denemeleri konusunda ciddi anlamda besler. Okuduklarını sürekli Atay’la paylaşır. Ayrıca Oğuz Atay romanı yazarken Sevin Seydi de diğer yandan romanı İngilizceye çevirmektedir. En büyük iki romanını ithaf ettiği bu özel kadın, Oğuz Atay’ın hayatı boyunca devam eden büyük aşkıdır. “Tutunamayanlar” ve “Tehlikeli Oyunlar”ın ilk baskılarının kapaklarını da resimleyen bu sıra dışı kadın ne yazık ki Oğuz Atay’ı terk edip Londra’ya taşınır. Yıldız Ecevit’in tüm çabalarına rağmen Sevin Seydi Oğuz Atay hakkında tek bir cümle bile bilgi vermemiştir, bu sebeple kitabın "Sevin" bölümü daha çok Atay’ın etrafındaki dostlarının tanıklıkları ve kurmaca dünyada Atay’ın yazdıkları üzerinden oluşturulmuştur. Bu terk ediliş Oğuz Atay’ı inanılmaz derecede büyük bir boşluk içine düşürür. “Tehlikeli Oyunlar”, Atay’ın bu terk ediliş yıllarına denk düşen romandır. Romanda Hikmet’in sevgilisi Bilge, Sevin Seydi’den izler taşır. Bu büyük aşk Sevin Seydi’nin Oğuz Atay’ı terk etmesi ile son bulsa da dostlukları ömür boyu sürer. Günlüğünde sık sık “Sevin’e bunu yazmalıyım” şeklinde ifadeler dikkat çeker. Sevin Seydi de hayatı boyunca Oğuz Atay’a olan desteğini sürdürür, hatta beyin tümörü teşhisi ile Londra’ya tedavi için geldiğinde bu destek artarak devam eder. Eserlerinde ironik bir dil kullanan Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” romanında Sevin Seydi’den ilham alarak oluşturduğu -romanda ismi Günseli olur- on beşinci bölümde hiç ironi yapmaz . Yıldız Ecevit bu durumu şu sözlerle anlatır: “Bir tek, romanı yazarken dorukta yaşadığı Sevin Seydi’ye olan aşkını bunun(ironi ağının) dışında tutar, bunun için de ona beslediği yoğun duyguların coşkuyla anlatıldığı 15. Bölüm, metindeki ironi ağının dışındadır.”(s.272) Atay bu sebeple AŞKINI CİDDİYE ALAN ADAM’dır. O hayatı boyunca aşk ile yaptığı her şeyi de büyük bir ciddiyetle yapar. Oğuz Atay, kişilik olarak çok dürüst, her zaman doğru bildiği yolda ilerleyen, idealist ve çok çalışkan bir insandır. Bir şekilde onunla çalışan herkesin ortak düşüncesi, onun işini çok iyi yapan mükemmeliyetçi bir kişiliğe sahip olduğu yönündedir. "Meydan Larousse" adlı ansiklopedinin maddelerini tashih eden ekibin içinde de yer alır Oğuz Atay. Ansiklopedi maddelerini büyük bir titizlikle hiç üşenmeden ciddi manada bir tashihe tabi tutar. Bu tecrübelerinin izleri “Tutunamayanlar”romanına da yansımıştır. Çok iyi bir okurdur Oğuz Atay. Tam bir Dostoyevski tutkunudur. Nabokov, Müsil, Kafka, Joyce gibi isimler onu ciddi manada etkiler. Sıkı bir Ulyses hayranıdır. Hesse’nin "Bozkırkurdu" romanını yabancı dilde okur ve çok etkilenir. Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet’in kişilik bölünmesini anlattığı kısımlar Bozkırkurdu’nun Harry Haller’i ile benzerlikler içermektedir. “Tutunamayanlar”da ironi yoluyla çok sıkı bir aydın eleştirisi yapan Oğuz Atay -zülf-i yâre dokunduğu için olsa gerek- roman yayımlandıktan sonra edebiyat çevrelerine kendisini bir türlü kabul ettiremez. Her kafadan bir ses çıkan bir ortamdır o yılların edebiyat muhiti. Her sıradışı yazar gibi sağlığında kıymeti bilinmez ne yazık ki Oğuz Atay’ın. “Tutunamayanlar” yayımlandığında TRT roman yarışmasına katılır Atay. Dünya romanını çok yakından takip eden Adnan Benk’in jüride olması onun şansı olur. Benk, Atay’ın romanını çok beğenir fakat tek başına onun beğenisi romanın dereceye girmesi için yeterli olmaz. Yarışma sonunda yapılan açıklamada yarışmaya katılan hiçbir eserin derece almaya layık görülmediği, para ödülünün de birkaç roman arasında paylaştırılacağı şeklindedir ve Atay’ın Tutunamayanlar’ı da bu romanlar arasındadır. Eser, dünya edebiyatında kullanılan pek çok anlatım yöntemini başarıyla kullandığı için Türkiye'deki edebiyat çevrelerinin anlayabileceği bir roman değildir, Atay’ın romanı bu sebeple kabul görmez ve taşlanır. "Tutunamayanlar" ile ilgili her kafadan bir ses çıkar. Ancak Atay için yazmak bir tutkudur ve yazmaya devam eder. İkinci romanı "Tehlikeli Oyunlar" da benzer bir kaderi paylaşır ne yazık ki. Bu yıllarda çok yalnız bir adam portresiyle karşılaşırız. Anlaşılamamak çok yıpratır Atay’ı. Londra’ya giden Sevin Seydi’nin moral desteğini kaybeden Atay, 1977’ye kadar sürecek olan ikinci ve son evliliğini kendisinden 15 yaş küçük olan gazeteci Pakize Kutlu ile yapar. O yıllarda "Yeni Ortam" gazetesinde sanat muhabiri olarak çalışmakta olan 25 yaşındaki bu genç hanım, aynı zamanda tam bir kitap kurdu ve ciddi bir Oğuz Atay hayranıdır. Atay’ı sık sık ansiklopedide çalıştığı odasında ziyaret eder ve bu hayranlık zamanla aşka dönüşür. Pakize ile Oğuz Atay arasında bir bağ oluşur ve evlenirler. Oğuz Atay sevdiği kadın tarafından terk edilmesinin ardından ilk defa mutluluğa yakın şeyler hisseder. Pakize hayat dolu, dışa dönük ve arı gibi çalışkan yapısıyla onu hayata bağlamayı başarır. Oğuz Atay'ın Sevin Seydi’ye olan tutkulu sevgisini bilir ve onu bu şekilde kabul eder. Atay da bu enerji dolu genç hanımı sever ve bağlanır. Üç yıl gibi kısa süren evliliklerinin son bir yılı hastalıkla mücadeleyle geçer. 1976 yılının aralık ayında beyin tümörü teşhisiyle Londra’ya tedaviye giden Oğuz Atay, 1977 yılının aralık ayında ardında yarım kalmış pek çok eser bırakarak hayata gözlerini yumar. 43 yaşında gencecik bir yazarın erken ölümü trajiktir, ancak daha trajik olan -yakın dostlarını hariç tutarsak- Atay’ın kıymeti bilinmemiş bir yazar olmasıdır. “Ben Buradayım” gibi bir kitabı üç beş sayfalık bir yazıya sığdırmak neredeyse imkansız, benim burada yapmaya çalıştığım şey bu kitaba dikkat çekmek olabilir sadece. Eğer Oğuz Atay’ı, onun fikir dünyasını, yaşamına dokunan insanları, eserlerini yakından tanımak isterseniz “Ben Buradayım” sizi bekliyor. Bu yazıyı sonuna kadar okuyan kitap dostlarıma çok teşekkür ediyorum. Umarım lafı uzatarak çok sıkıcı olmamışımdır. Bu uzun yazıyı, Sevin Seydi’nin çizimlerini yaptığı ilk baskı romanların kapak fotoğrafları ve Oğuz Atay’ın televizyon konuşması eşliğinde bloğumdan çok daha rahat okuyabilirsiniz: https://hercaiokumalar.wordpress.com/2018/09/20/askini-ciddiye-alan-adam-oguz-atay/ (Hercaiokumalar /Ayşe)
Oğuz Atay üzerine bu kadar kapsamlı bir çalışma ancak övülebilir sanırım. Oğuz Atay'ın her biri birer hazine niteliğinde olan kitaplarını ona yazdıran karakterin, ruh halinin oluşum koşullarını adım adım izleyebilmek ilginç ve aydınlatıcı bir deneyimdi. Beni acı acı gülümseten yerleri oldu kitabın. "Beni hemen anlamalısın, çünkü ben kitap değilim, çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, yaşarken anlaşılmaya mecburum." diyen Oğuz Atay'ın o çok düşkün olduğu ironilerden birine uğrayarak yaşarken anlaşılamamış olması buruk bir tat bırakıyor insanın ağzında. Başarılı bir biyografik çalışma olduğunu düşünüyorum. (Aslı)
Ben Buradayım... PDF indirme linki var mı?
Yıldız Ecevit - Ben Buradayım... kitabı için internette en çok yapılan aramalardan birisi de Ben Buradayım... PDF linkidir. İnternette ücretli olarak satılan çoğu kitabın PDFleri bulunmaktadır. Ancak bu PDF'leri yasal olmayan yollarla indirmek ve kullanmak hem yasalara hem de ahlaka aykırıdır. Yayın evlerinin sitesinden PDF satılıyorsa indirebilirsiniz.
Kitabın Yazarı Yıldız Ecevit Kimdir?
28 Ocak 1946'da Gelibolu'da doğdu. Ankara Üniversitesi DTCF Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda ve Bilkent Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yaptı. Uzmanlık dalı Alman edebiyatı olan Ecevit, yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Kalka-Ferit Edgü ve Max Frisch-Oğuz Atay arasında karşılaştırmalı düzlemde gerçekleştirdi. Daha sonra ilgi alanını avangard Türk romanına kaydıran Yıldız Ecevit'in bugüne değin yayımlanmış kitapları şunlardır: Oğuz Atay'da Aydın Olgusu (Ara Yayınları, 1989); intelektuellenproblematik bei Max Frisch und Oğuz Atay (Ara Yayınları, 1990); İsviçre-Alman Edebiyatı (Ara Yayınları, 1990); Kurmaca Bir Dünyadan (Gündoğan Yayınları, 1992); Hermann Hesse, Bozkır Kurdunun Düş Yolculukları (derleyen), (Remzi Kitabevi, 1994); Orhan Pamuk'u Okumak (Gerçek Yayınevi, 1996; 2. baskı, İletişim Yayınları, 2004); Türk Romanında Postmodernist Açılımlar (İletişim Yayınları, 2001).
Yıldız Ecevit Kitapları - Eserleri
- Ben Buradayım...
- Türk Romanında Postmodernist Açılımlar
- Orhan Pamuk'u Okumak
- Oğuz Atay'da Aydın Olgusu
- Kurmaca Bir Dünyadan
- Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları
- Kozmik Komedya
- İsviçre - Alman Edebiyatı
Yıldız Ecevit Alıntıları - Sözleri
- İletişim teknolojisinin doruğa ulaştığı çağımızda gerçek, üretilen bir meta durumuna geldi (Kozmik Komedya)
- ''Üçtür adımı zamanın; GELECEK yaklaşır kuşkulu, Ok gibi uçar ŞİMDİ, GEÇMİŞ, sessizliğinde sonsuzun (...) Üçtür ölçüsü uzamın: Yorulmaksızın çabalar UZUNLUK İleriye doğru, biteviye; GENİŞLEMESİNE Yayılır EN BİTİMSİZ, Dipsiz dalar içeriye DERİNLİK'' (Türk Romanında Postmodernist Açılımlar)
- Romanın belki de en güzel anlatı kesiti olan "Boğazın Suları Çekildiği Zaman" başlıklı bölüm, bir çevre felaketini dile getirir. Ressam Hieronymus Bosch'un apokaliptik (mahşersi) görüntülerini anımsatan bu fantastik metin belki de gerçeğin bir öngörüsüdür. "Yazarlar hayatın, dünyanın gerçek tablosunu sunmazlar bize," der Pamuk, "ama o yorum bir süre sonra, sözünü ettiğimiz hayatın ta kendisi olur çıkar." (Orhan Pamuk'u Okumak)
- Neysen o ol (Kozmik Komedya)
- Dış dünyada tutunamamak, iç dünyada tutunmanın göstergesidir. (Oğuz Atay'da Aydın Olgusu)
- Eril şiddet toplumda kaçınılmaz görünen 'düzen' , 'disiplin', 'terbiye' , 'namus-şerefi koruma' , 'vatanı koruma' gibi ahlaki değerler adına uygulanan 'disipline edici şiddet' ile ilişkili olarak ortaya çıkar ve çoğu zaman toplumsal düzen ve istikrar adına meşru görülür. (Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları)
- "Tehlikeli Oyunlar", Oğuz Atay'ın yaşamındaki bu mutsuz dönemin yalnızlığı ve acılarıyla dokunmuş; yazarın, yalnız soyut değil, somut yaşamından güçlü renklerle oluşturulmuştur. Bu romanın sayfalarında, onun Fikriye Gürbüz'le evliliği, Sevin Seydi'den ayrılışı ve içine düştüğü büyük yalnızlığın izini sürmek mümkündür. "Evliliğimin içyüzünü bir roman tefrikası gibi parça parça ederek ayaklarınızın dibine sermedim mi?" (T0.333) diyen Hikmet, romandaki evlilikle ilgili bölümleri yaşamından ayrıntılarla dokumuş olan yazarı Oğuz Atay'la çakışır. Romanda, kendisini bırakıp Londra'ya giden Sevin Seydi'nin neden olduğu boşluk ve acı kimi yerde öylesine elle tutulur bir duruma gelir ki, metni bir ağıt-roman olarak okumak bile mümkündür. (Ben Buradayım...)
- Bu okurun romandan aldığı doyum; metinde yer alan söz sanatlarının oluşturduğu şık betimlemelerden alınan keyifle, ya da yazarın dünya görüşünün tutarlılığına duyulan beğeniyle kısıtlı değildir. O bu doyuma, metnin kıvrımları arasında yakaladığı koordinatları birleştirerek, anlamı yeniden üreterek ve bu üretime kendi birikimini de katarak ulaşır. Yazara duyduğu beğeni ise, onun düşünce ve dünya görüşüne yönelik olmaktan çok; onun, metnin organik dokusunu oluştururken gösterdiği kurgu/yapı ustalığıyla ilgilidir. (Orhan Pamuk'u Okumak)
- İnsanın gerçeğe yabancılaşması olgusu, 20. yüzyıl estetiğinin ana taşıyıcılarından biridir. Anlamakta güçlük çektigi bir dünyayla kendini özdeşleştirmekte zorlanan, ona yabancılaşan insan, yabancılaşmayı sanatsal boyuta taşır, onu bir kurgu tekniğine dönüştürür.(...)20. yüzyıl sonrası roman estetiği dış dünyayı doğrudan yansıtmaz, dış dünyadan alınmış gerçek parçacıklarıyla iç dünyayı birbirine harmanlar ve yeni bir dünya kurgular. Bu yeni dünyada, içinde yaşanılan görüngüsel dünya yabancılaştırılarak anlatılıyordur; olayları art arda sıralayan mimetik estetiğin içerik öyküleyen kurgu dünyasından tümüyle ayrımlıdır. (Türk Romanında Postmodernist Açılımlar)
- "Bana kitap kurdu, boş hayaller kumkuması, hayatın cılız gölgesi gibi sıfatlar yakıştırılabilir, şövalye .romanları okuya okuya kendini şövalye sanan Don Kişot'a benzetebilirsiniz beni. Yalnız onunla bir fark var aramda: Ben kendimi Don Kişot sanıyorum." (Oğuz Atay'da Aydın Olgusu)
- Tüm insani ilişkilerim maskemin altında gerçekleşmiştir ve tamamen saklı bir hayatı yaşamanın ebediyen kurbanı olmak zorundayım (Kozmik Komedya)
- "Tehlikeli Oyunlar" da "Tutunamayanlar" gibi, insanın iç dünyasında kendi 'ben'ine doğru yaptığı bir yolculuğu anlatır; bir oluşum romanı: bir Bildungsromandır. Yazar, ikinci romanın da ana kişisi Hikmet'in kimliğini, soyut düzlemde ameliyat masasına yatırır, içindeki çok sayıdaki benlik parçasını numaralayıp kategorize ederek kurmaca düzlemde onlarla yüzleşmeyi dener. Böylesine ayrıntılı, titiz bir kimlik arayış sürecinden geçirtir Atay roman kişisini. Yalnızca bilinç düzleminde tanıdığı Hikmet'le hesaplaşmak istemiyor, bilinçaltının gölgeli mekanlarında gizlenmekte olan Hikmetler'in tümünü gün ışığına çıkarmayı deniyordur. Titiz bir kurguyla, simgesel düzlemde olumsuzluk çağrışımlarına açık bir sayı ve "Korku" başlığı taşıyan 13. bölümde bir bilinçaltı atmosferi yaratır Atay. Köpek havlamaları ve intihar/ölüm düşünceleri eşliğinde, rüya ve uyanıklık durumunun birbirine karıştığı bir ortamda bilinçaltının çocukları olan Hikmetler'i metnin içine salar. Roman kişisinin gerçek kimliğiyle özdeşleşme yolunda, yüzeydeki 'Ben'ine karşı verdiği amansız bir savaşımdır bu. "Mış gibi yapmaktan usandım albayım," (T0.411) diyordur Hikmet; yeni baştan kurmak istediği bir öz varlıktan söz ediyordur (T0.414); 'kendini tanı' önermesi metnin dört bir yanına yayılmıştır (T0.413-421). Atay, odağına bir varoluş sorunsalı oturttuğu romanında, kendi gerçek 'Ben'ine ulaşmaya çalışan ana kişisini, diğer metinlerinde de yaptığı gibi simgesel içerikli bir isimle adlandırır; Hikmet'in soyadına varoluşsal bir ton katar: 'Benol'. (Ben Buradayım...)
- Sanat yapıtı çağlar boyunca, içinde bulunduğu tarih kesitinin 'gerçeklik' anlayışı ve onunla bütünleşen 'anlam'ı biçimlendirme çabasının bir ürünü olarak ortaya çıkar. Biçimlendirme ya da estetize etme edimi ise; o çağın insanının gerçekliği kavrarken, yaşama/insana/doğaya/evrene ilişkin sorulara verdiği, felsefi olduğu kadar doğa bilimsel yanıtlarla koşutluk içinde gerçekleşir. Eğer Ortaçağda gotik bir kilise inşa eden mimar, göklere ulaşan görkemli kulelerle donatıyorsa yapıtını, o dönemin tek gerçeğine: 'anlam'ın tek taşıyıcısına: Tanrı'ya göndermede bulunuyordur. Bir yaprağın ağaçtan düşüşünü saniyesi saniyesine betimleyen 19. yüzyıl sonunun naturalist yazarı ise, kuşkusuz kartezyen aklın egemenliğinde, görüngüsel gerçekliğe sadık kalmaya çalışıyordur tüm gücüyle. Michel Butor haklıdır "Değişik gerçeklere değişik anlatı biçimleri denk düşer." Bilimin ön planda olduğu Aydınlanma çağından 20. yüzyılın başına değin edebiyat estetiği, Newton fiziğinin verileriyle çakışan biçim öğeleriyle donatılmıştır. Söz konusu zaman kesiti içinde ara sıra beliren mistik/aşkın/romantik eğilimleri bir kenarda tutarak 20. yüzyıl öncesi birkaç yüzyılın edebiyatına bir göz attığımızda, çoğunlukla determinist/pozitivist görüşün izdüşümleriyle biçimlenmiş metinlerle karşılaşırız. Goethe de Balzac da, Zola da, Tolstoy da üç boyutlu, elle tutulur somut bir mekanı, çizgisel akmakta olan bir zamanla bütünleştirerek anlatırlar. 'Anlam' ise henüz kayıp gitmemiştir, insanın avucundan. Ülkülerin çağıdır aydınlanmacı modernite. Yazarın anlatacak çok şeyi vardır. Üstelik okurunu eğitmesi/bilgilendirmesi de gerekiyordur. Bu çağın yazarı, okuruna doğru yolu göstermekle yükümlüdür; anlamın da gerçeğin de yaratıcısı olarak 'Tanrısal' bir konumdadır; okurlardan oluşan edilgin 'kullarını' aydınlatmayı kendine görev bilir. Gerçi 19. yüzyılda Feuerbach'in, Marx'ın konturlarını çizdiği yeni dünyanın değer ölçütleri skalasında maddesel olanlar üste çıkıyor gibi görünüyorsa da, birey-insan hala ayaktadır ve savaşımını sürdürmektedir. Aristo'nun yansıtmacı ve eğitici mimesis/katharsis estetiğinin uzantısı görünümündeki bu edebiyat, 19. yüzyıl ortalarından sonra çağın maddeci felsefesinden izleri de dokusuna geçirerek 'realizm' adı altında kategorize edilir. Aydınlanmacı modernitenin edebiyat estetiğindeki uzantısıdır realizm. Sanayileşmekte olan dünyanın, madde kılıcıyla hümanist değerleri bir bir devirmesine karşın, gerçekçi edebiyat hala sıkı sıkıya sarıldığı ülküleri-postmodernist filozof Lyotard 70-80 yıl sonra 'meta-anlatılar' diyecektir onlara- dile getirmeyi sürdürecek; 20. yüzyılın alıp başını gitmekte olan kapitalist toplumunda bile kendisine akacak anakronik bir yatak bularak, Türk edebiyatında olduğu gibi uzun yıllar ayakta kalmayı başaracaktır. (Kurmaca Bir Dünyadan)
- Edebiyatın sizin için huzur limanı olduğunu biliyorum (Kozmik Komedya)
- "Gülmek onun için bir korunma aracıydı." (Oğuz Atay'da Aydın Olgusu)
- Kadınların güzellik konusunda karşılaştıkları taleplerle/baskılarla ilişkisini anlamak için burada birkaç not düşmemiz gerekiyor: Baskının içselleştirilmesi, yani içsel hegemonya diyebileceğimiz süreç, bir sistemin sürekliliği de en önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkar. Kişinin sömürüsüne yol açan herhangi bir durumun o kişiye dışarıdan dayatılması gerekmez. Sömürünün illaki baskı aracılığı ile gerçekleştirileceği inanışı ya da sömürünün ancak baskıyla gerçekleştirilmesi durumunda görünürlük kazanması nedeniyle aksi durumlarda sömürü görünmezleşir. (Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları)
- Kadın bedeninin tahrik edici bir mekanizma olarak cinselleştirilmesi kadının bir cinsiyet olarak cinselliğin öznesi hâline getirilmesi sonucunu doğurmuştur. Böylelikle kadın bedeni kadına uygulanan cinsel şiddetin gerekçesi olarak sunulmakta, pornografik bir öğe olarak pazarlayarak metalaştırmaktadır. (Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları)
- 'Yarım bırakılmışlık' Atay'ın bu ikinci romanının en önemli motiflerinden birini oluşturur. Hikmet fakülteyi bitirmemiştir, üç dersten takıntılıdır; yazdığı oyunları da yarım bırakıyordur; ölümü bile yarım kalmıştır, ölüp ölmediği belli değildir; onun yaşamında rüyalar da yarım bırakılmışlıktan payını almaktadır: " {b]elki de hiçbir şeyin sonuna katlanamadığım gibi bu rüyanın da sonuna katlanamadım ve seyretmedim sonunu," (T0.264) diyordur Hikmet. Yarım kalmışlık giderek, 'yarım' bir futbol karşılaşmasının betimlendiği bölüm de ete kemiğe bürünür; soyut kavram somut dünyada cisim kazanır: "Yarım kalmış hayaller gibi, yarım kalmış insanlar, tekerlekli kutularının içinde sahaya çıkıyorlardı. Bellerinden aşağısı olmayan bu işkence insanları, tahta sandıklarının küçük demir tekerleklerini elleriyle çevirerek yeşil çimenlerin üstünde geziniyorlardı. (. . .) Tekerlekli iskemleler üstünde onlar gibi yarım idareciler, yardımcılar, gazeteciler ve fotoğrafçılar da sahayı doldurmuştu. Yarım futbolcular yarım kalelerin önünde çalışıyordu. (...) Bir gol yarım gol sayılıyordu. Sonuçlar hep kesirli çıkıyordu." (T0.159) Yarım kalmışlık Atay'ın tüm metinlerinin dokusuna sinmiştir. Jale Parla "Tutunamayanlar kasten yarım bırakılmış bir metindir," dedikten sonra, romanın kendisinin içindeki eksik kalmış metinleri de satırlar boyunca art arda sıralar. Gerçekten de "Tutunamayanlar" yarım bırakılmış metinler cümbüşüdür. Turgut da içinde bulunduğu metnin genel eğiliminin bir parçasıdır. İç dünya yolculuğuna çıkmadan önce, " {h]ayatımda ilk defa, bir işi sonuna kadar götürmeliyim, " (T.523) diyordur, yaşamı boyunca her işi yarım bırakmıştır. Turgut'un yarım bıraktığı yaşantı çeşitleri yazarınınkilerle koşutluk içerir: "Meyhane arkadaşlarını da meyhanelerde bıraktım, ülkü arkadaşlarını da ülküleriyle başbaşa. Bir yerde durmasını bilemedim." (T.611) Atay'ın ruh dostu Dostoyevski'nin yeraltı adamı ise yarım kalmışlık olgusuna Schopenhauer tonlaması içeren bir açıklama getirir: "Evet, insan ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu uğurda denizler aşar, yaşamını harcar, ama aradığını eline geçirmekten inanın ki korkar. Çünkü onu bulur bulmaz, artık arayacak başka bir şeyinin kalmayacağını bilir. " Bu da ölüm benzeri bir sondur. Atay ise bir işi bitirmenin ölümle eş değerli olduğu düşüncesini "Korkuyu Beklerken" öyküsünün sayfalarında da sürdürüyordur: "Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gidemiyordun. Böyle küçük çalışmalarının üst üste eklenmesiyle doluyordu zaman." (KB.59) Metinleri içinde ayrıksı bir konumu olan "Bir Bilim Adamının Romanı"nda, kişiliğinin yarım bırakma edimiyle pek bağdaşmadığını düşündüğümüz Prof. Mustafa İnan'ın makaleleştirilmemiş kimi notları için bile, "yarım kalmışlığın güzelliğini taşıyor, " (BR. 162) demekten hoşlanır Atay. Yarım bırakmak, varoluşsal bir içeriğe de sahiptir. Heiddegger'in varoluş felsefesinde insanın varoluşu, kişinin yaşamındaki olasılıkların gerçekleşmesiyle oluşur. Olasılıkların bitmesi ise ölüm demektir. İnsan, içerdiği olasılıklardan yalnızca birinin yaşama geçirilmesiyle kimliğine kavuşmaz. Varoluş, kişinin bünyesinde gizli durumda barınan olasılıklar çoğulluğunun yaşama dönüşmesiyle pekişir. Bu açıdan ele alındığında; kimlik parçacıklarıyla oyunlar kurgulayan Hikmet, her şeyi yarım bırakıp içindeki bir olasılıktan diğerine atlayan "Tutunamayanlar"ın roman kişileri bir yandan ölümden kaçarak yaşama tutunmaya çalışırlarken, öte yandan içlerindeki çoğul çelişkiler dünyasıyla yüzleşip kendilerini tanıma yoluna girerler. (Ben Buradayım...)
- Toplumun üstünde değerlere sahip olan ve yozlaşmış değerlere ayak uydurmak istemeyen bireyin topluma ters düşmesi kaçınılmaz bir olgudur: "Sen de çok safsın derlerse, ben de onlara derim ki; Size göre kusur sayılan bazı yanlarımızı korumak istiyoruz. (Oğuz Atay'da Aydın Olgusu)
- Çok sayıda anlam katmanıyla dokunmuş açık metinler üreten ve bu metinlerde "herkesin hendi yolculuğunu kendi yaşamasını isteyen, " okurları için toplumsal ve ahlaksal çözümler üretmeyen, romanın yazmaktan çok kurmak edimiyle oluşturulduğunu düşünen, sanatın özünde yatan eylemin biçimlendirmek olduğunu bilen bir yazardır Orhan Pamuk; "yapmam gereken şey anlam belirsizlikleri sergilemek. Yoksa, roman değil bir inceleme kitabı yazardım," diyen Umberto Eco gibi düşünen biri. (Orhan Pamuk'u Okumak)