dedas
Turkcella

Akıl Çağı - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Akıl Çağı kimin eseri? Akıl Çağı kitabının yazarı kimdir? Akıl Çağı konusu ve anafikri nedir? Akıl Çağı kitabı ne anlatıyor? Akıl Çağı kitabının yazarı Jean-Paul Sartre kimdir? İşte Akıl Çağı kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 01.03.2022 00:00
Akıl Çağı - Jean-Paul Sartre Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Jean-Paul Sartre

Çevirmen: Gülseren Devrim

Orijinal Adı: Les chemins de la liberté 1: L'âge de raison

Yayın Evi: Can Yayınları

İSBN: 9789755106939

Sayfa Sayısı: 440

Akıl Çağı Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

XX. yüzyılın en özgün seslerinden biri olan Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre’ın yaşamöyküsü, art arda sıralanmış bir reddedişler bütünü olarak tanımla­nabilir. Sartre Tanrı’yı, kurulu düzenlerin tümünü, bu arada aileyi, klasik anlamıyla edebiyatçıyı, filozofu, eylem adamını, sayısız dostlukları, partileri, kalıplaşmış düşünceleri reddettiği gibi, 1964’te verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü de reddetmiştir. Sartre’ın edebî yapıtları arasında çok önemli bir yeri olan Özgürlük Yolları başlıklı roman dizisi üç kitaptan oluşur. 1945-1949 yılları arasında yayımlanan bu üç romanın ilk ikisi, anlamlı farklılıklarıyla İkinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı altüst oluşu sergiler. Dizinin ilk kitabı olan ve yazarın 1941’de tamamladığı Akıl Çağı’nda, “1937-1938 yıllarının aldatıcı iyimserliği” içinde hem kendilerini arayan hem de kendilerinden kaçan birkaç kişinin sınırlı ve içedönük hayatı etrafında süregiden anlamlandırma kaygıları dile getirilir.

Akıl Çağı Alıntıları - Sözleri

  • “Ben değilim... O da değilim, bu da değilim... Hiçbir zaman bir şey olmadım! Ama onlar gene de sizi kendi keyiflerince nitelendirip bir kutuya koyarlar.
  • "İntihar bir kaçış değil, bir reddediştir."
  • “Kendime değer vermeyi öğrenemedim.”
  • "Mantığı kullanmayı reddeden biriyle tartışmaya girmek, Bir cesede ilaç tedavisi uygulamaya benzer..."
  • Mathieu düzgün adımlarla yürüyordu, kendi kendisiyle barışıktı şu anda...
  • keyfi yoktu ama canı şarkı söylemek istiyordu.
  • “Başkalarına kötülük ederek kendinden öç almak. İşte bu; çünkü insanın gücü kendine yetmiyor.”
  • • • Bir hiç için bir sürü gürültü..
  • “Ben sıfırı tüketmişim.”
  • “Birbirimize biraz daha fazla inanabilsek, biraz daha güvenebilsek işler o kadar kolaylaşacak ki.”
  • “Demir parmaklıkları olmayan bir kafeste gibiyim.”
  • “İnsan kendini bütünüyle öldürmeyi göze alamazsa, böyle bölük pörçük yapar bu işi…”
  • “Bilmiyorsun sevmeyi, bilmiyorsun, Boşuna sana bel bağlayışım.”

Akıl Çağı İncelemesi - Şahsi Yorumlar

AKIL ÇAĞI – JEAN PAUL SARTRE: Roman, 2. Dünya Şavaşı’nın başlangıç döneminde bir grup insanın hayatın anlamsızlığıyla barışık yaşama uğraşını ama buna karşın anlam arayışına girmeden gözlerinin önünden akıp giden günlerini sergiler. Sartre, anlamsızlığı, güçlükler karşısındaki çaresizliği, aklın duygulara yenilgisini, geçmişe olan pişmanlığı ve geleceğe karşı duyulan belirsizliği eleştirmeyi amaçlamaz; onun nesnesi insan değildir. Tam tersine, karakterlerin içinde yaşadıkları ortamın yüz yıllar boyunca değersizleşmiş ve artık “yeni bir birey” oluşturma yetisi körelmiş, baskıcı ve çoğunluk tarafından kabul gören fikirlerdir. Bu fikirler artık insan egemenliğinden çıkarak insanın doğru düşünme mekanizmasını ele geçiren yeni bir varoluş kazanmıştır. Ancak bu durumu sorgulamak ve düzeltmek modern insanın görevi değildir artık. Herkes hayal kırıklıkları ve sahte mutluluklarla örülü bir hayat mücadelesi vermektedir. Sartre bir taraftan sistemi eleştirirken diğer taraftan bunu bir yazgı olarak kabul edip karakterleri vasıtasıyla bizi bize anlatır. Zamanında filozoflar bir ütopya vaat eden felsefi ütopyaların cazibesine kapılmışlardı: Heidegger’in Nazi yönetimini toplumun değişmesi için bir kıvılcım olarak görmesi ve Sartre ve Camus’un da yeni bir insan modeli yaratması hayaliyle komünizme sıcak bakmaları, insandan önce sistemin değişmesi zorunluluğuna olan inancı gösterir. Karakterler doğmuş olmanın başlattığı yaşam denilen bu çizgide sona doğru yaklaşmaktadırlar. Sartre bunu özellikle vurgular: doğmanın (varoluşun) hediyesi olarak ölüm. Aslında insan her geçen gün daha da yaşlanarak ölüme bir adım daha atmaktadır. Sarte’nin yaşam tanımı budur; karakterlerine de bu yaşam kaygısını aşılar. Peki ne uğruna? İşte burada varoluşçuluğun ilgilendiği anlamsızlık problemi ortaya çıkıyor. Anlamın bulunmadığı yerde içine düşülen ruhsal boşluk, pamuk ipliğine dayalı ilişkiler, başarısızlıklara zemin hazırlayan kararlar… Varoluşumuz, karar verme yetimizdir. Kendimiz için, “ben”imiz için yaşamak… Kendi kararlarımızla kendi kendimizi yeniden inşa etmek. Sartre’nin dediği gibi, varoluş özden önce gelir. İçinde bulunduğumuz sisteme ve sahip olduğumuz kişiliğe boyun eğmek zorunda değiliz der Sartre ama bunun için de karar vermemiz (doğru veya yanlış olması önemsiz) ve bunun sonuçlarını kabul edebilmemiz gerekir. İşte bu kabullenme bizim “akıl çağı”mızdır, olgunlaşma anımızdır, özgürlüğümüzdür. Bunu romanda doğrudan Mathieu üzerinden işliyor Sartre. Mathieu’nun akıl çağına varmasında gelişen olaylar ve bunlar karşısında onun tutumu romanın ana konusunu oluşturuyor. Mathieu’nun uzun süredir birlikte olduğu Marcelle’in hamile olduğunu öğrenmesiyle başlıyor hikaye. Mathieu bunu kendi suçu olarak görür ama bu yaptığını kendi içinde kabul etmek istemez; gerekirse kendi kurguladığı yalanlara inanma pahasına bu sorumluluktan kaçmaya çalışmak ister. Tek çare de çocuğun ameliyatla alınmasıdır ancak bunun için para arayışına girmesi gerekmektedir. Kendi sorumluluğundan kaçınmak için doğması gereken bir insanı ortadan kaldırmak istemektedir. Buna karşın Marcelle, kendi hayatının kararlarını veremeyecek kadar zayıf bir kişiliğe sahiptir. O sadece Mathieu’nun söyledikleriyle yaşamaktadır; Matthieu da onun sorumluluklarından kaçma aracıdır. Bu anlamsızlık içinde geçen yıllar boyunca aşkın ve sadakatin anlamsızlığını ikisi de fark etmiştir. Bir türlü duygularının altından yatan boşluğu dolduramamışlardır ama bunu kendilerine dahi söylemeye cesaretleri yoktur. Bu noktadan sonra Mathieu çevresindekilerden para dilenmeye başlar ancak kimseden umduğunu bulamaz. Kardeşi Jacques, Marcelle ile evlenmesi karşılığında kürtaj parasını ona vereceğini söyler. Bu konuşmada romanın gidişatı açısından çok önemli noktalar vardır: “Belki şu anda yalan söylemiyorsun ama senin yaşamın, bütünüyle, baştan sona yalan üzerine kurulu!” (s.153) “O yalanla saklamaya çalıştığın şu ki, sen kendinden utanan bir burjuvasın. Ben, uzun tereddütlerden, aranmalardan sonra burjuva bir yaşamda karar kıldım, akıllı uslu bir evlenme yaptım, evlenmek gerek diye evlendim. Ama sen, yaradılışınla, zevklerinle, içgüdülerinle burjuvasın, seni evlenmeye iten de işte bu içgüdüler. Çünkü, sen benim gözümde zaten evlisin, Mathieu!” (s.153) Jacques, Matheiu’nun tam bir burjuva gibi davrandığını; bir kadını utanca sürüklediğini, apartmanda otutup her ay topluca maaş aldığını, devlet tarafından emekliliğinin garantilendiği için gelecek kaygısının olmadığını, düzenli memur yaşamını sevdiğini söyler. Ayrıca: “Ben özgürlüğün, insanların kendi istekleriyle yarattıkları durumlara tam karşıdan bakmalarını ve o durumların sonuçlarına katlanmalarını gerektirdiğine inanıyorum.” Jacques, eleştirilerinin arkasında aslında tam bir varoluşçu portresi çizer: Sistemin kurallarına uyulmaması gerektiğini ve kararların sorumluluklarının alınmasının gerektiğini. Her ne kadar Jacques, bunları yaptığını ve gençliğindeki bir geçiş süreci sonunda ahlaki ve bilinçli varlığını keşfettiğini; dahası akıl çağına girdiğini söylese de Mathieu’nun yüzüne gerçekleri vurmaktan başka bir şey yapmamıştır. O daha çok bir papaz modeline bürünmüştür; dışarıdan korkan, temkini elden bırakmayan, gelecekte bir sorunla karşılaşmaktansa o sorunu oluşturmamayı garantileyecek bir yaşam kurmayı seçen, dolayısıyla özgür olduğunu zanneden bir tiptir. Kararlarının sorumluluğunu aldığını zanneder ancak karar vermesini gerektirecek tüm durumları da hayatından elemek istemektedir. Özgürlüğün tanımını doğru yapsa da onun uygulamayı seçtiği yöntem, romanda Sartre’nin bize anlatmaya çalıştığı akıl çağından uzak bir konumdadır. Mathieu’nun bir diğer durağı da Daniel’dir. Daniel’in konuşmalarından anladığımız kadarıyla o da karşılaştığı durumlara anlık olarak karar vererek yaşayan biridir. Dolayısıyla onun özgürlüğü ancak başkalarının kararlarını kendi içinde şekil vererek kabul etmesinden ibarettir. Mathieu’ya parayı anında verebilecekken onun acı çekmesini izlemeyi tercih etmiştir. Daha sonra ise homoseksüel olmasına rağmen Marcelle ile kendisi evlenmek istemiştir. Jacques’in tersine Daniel hata yapmaktan korku duymaz ve yaptıkları için kimseye hesap verme gereği duymaz. Çünkü toplumun ahlaki kurallarını reddetmiştir. Jacques için özgürlük hayatta kalma becerisiyken Daniel içinse herkese rağmen serbestçe davranabilmektir. Ama aldığı kararlar başkalarınınkiler üzerine kurulu olduğundan asla akıl çağına erişemeyecektir. Kitapta daha fazla karakter var ama benim ilgimi çekenler üzerinde durdum. Kitabın sonu ise trajikti. Mathieu, artık aşkını kaybetmiş, arkadaşlık ilişkileri hasar almış, bugüne kadar boşluklarla geçen yaşamının anlamsızlığını anlamış ve yalnızlığa mahkûm olmuştur. “Bir hiç için bir sürü gürültü diye düşündü. Hiç için: Bu yaşam ona hiç için bağışlanmıştı, kendisi hiçti ve buna karşın değişmeyecekti artık: O olmuştu, tamamlanmıştı.” Sarte işte bu hiçliği anlamamızı istiyor ve bu gerçeğin ağırlığı altında tahammül edilmesi gereken yalnızlığın da altını çiziyor. Bakalım karakterimiz 2. kitapta akıl çağında neler yapacak? (Ozan K.)

Kıskanarak okudum Akıl Çağı’nı. Türk olmasını isteyeceğim yazarların ilk başlarında gelir Sartre. Çevirisi bile bu denli çarpıcı bir sonuç yaratıyorsa kendi dilinde yazılsaydı bu kitabın etkisi ne derece daha büyük olurdu merak ediyorum. Sartre kesinlikle Fransa’nın Dostoyevski’sidir. Kitaba gelecek olursak; insanlığın, daha doğru ifade edecek olursak bilinç sahibi ölümlü bir canlı olmanın beraberinde getirdiği kazanım ve kaybedişleri öyle güzel ortaya koymuş ki Sartre, başarısına şapka çıkarmamak mümkün değil. İnsanın altında ezildiği sorumluluklardan özgür irade yoluyla kaçabilmenin mümkün olup olmadığını, insanın varoluş amacını ve gerçekte özgür irade olup olamayacağını felsefe öğretmeni Mathie’nün aslında çok da çalkantılı olmayan sade hayatıyla gözler önüne sermiş. Mümkün olup olmadığını spoiler vermemek adına paylaşmıyorum ama insan bilinci ne kadar tabiata aykırı da olsa, insan biyolojisi tabiata dibine kadar dahildir, belirtmek isterim. Kitabın sonunda benliğimde oluşan belli belirsiz iç daralması Sartre’nin hemşerisi ve belki de ustası Victor Hugo’nun meşhur sözünü hatırlamamla bir nebze azaldı: Yaşamın yanlış hedefi olan mutluluğa yönelirken, gerçek hedef olan sorumluluk nasıl da unutulur. (eren ertaş)

Özgürlük... herkesin ağzında olan ama kimsenin cesaret edemediği bir fikir, insanın varolmasıyla ateşlenmiş bir fikir... Ben jean paul sartre dan bu kadar büyük edebi bir roman okuyacağımı tahmin etmezdim, en kral benim diyen yazardan daha güzel roman yazmış da ben bugüne kadar hep boş denizlerde yüzmüşüm..Aslında ben boş kitaplar okuduğumu düşünmüyorum ta ki sartre ın kitaplarını tanıyana kadar.. Mathieu baş karakterin tüm yaşanmışlıklarını tüm yaşanmamışlıklarını kendim için yordum.Ana karakteri, özgürlük sevdasını kendi hayat hikayeme çok benzettim.Bazı yerlerde ayrıldık ama çoğu yerde birleştik.Ben de ana karakter gibi özgür olmaya mahkumum bunu uzun bir süre önce farkettim ve bunun farkında olmanın hazzını yaşıyorum.Hayattan tat almıyorum belki ama bir şeyleri doğru yaptığıma inanıyorum ve inandıklarım uğruna ölmeye kendi açımdan söz verdim ve söz verdiklerim uğruna yıkılsam da ayakta duracağıma, inandığım doğru ne ise ve bu kime göre yanlış ise umrumda olmayarak ahlakımı kimse için bozmayarak bu hayatı yaşayacağıma, inandığım değerlerin, inandığınız değerler olduğunu bilerek başımı yastığa koyduğum vakit vicdanımın rahat bir şekilde uyumam için elinden geleni yapacağıma kendi açımdan söz veriyorum, siz de öyle yapın.İyi geceler.... (UFUK AYDIN)

Kitabın Yazarı Jean-Paul Sartre Kimdir?

Jean-Paul Sartre (tam adı: Jean-Paul Charles Aymard Sartre) (21 Haziran 1905, Paris - 15 Nisan 1980, Paris), ünlü Fransız yazarve düşünür. Felsefi içerikli romanlarının yanı sıra her yönüyle kendine özgü olarak geliştirdiği Varoluşçu felsefesiyle de yer etmiş; bunların yanında varoluşçu Marksizm şekillendirmesi ve siyasetteki etkinlikleriyle 20. yüzyıl'a damgasını vuran düşünürlerden biri olmuştur. Sartre, bir anlatıcı, denemeci, romancı, filozof ve eylemci olarak yalnızca Fransız aydınlarının temsilcisi olmakla kalmamış, özgün bir entelektüel tanımlamasının da temsilcisi olmuştur.

Babasını ufak yaşta yitiren Sartre, annesinin ailesinin yanında büyüdü. Olgunluk sınavını Louis le Grand Lisesi'nde verdi. Daha sonraki eğitimini Ecole Normale Supérieure'de, İsviçre'deki Fribourg Üniversitesi'nde ve Berlin'deki Fransız Enstitüsü'nde sürdürdü. Çeşitli liselerde öğretmenlik yaptı ve 1928'de Simone de Beauvoir'la tanıştı.

1939 yılında II. Dünya Savaşı başlayınca Fransız ordusuna meteorolog olarak hizmet vermeye başladı. 1940 yılında Almanlar tarafından yakalanıp 9 aylığına hapse atılmasının sonrasında Direniş hareketine katıldı. Sinekler adlı ünlü oyunu bu koşullarda yazıldı ve sahnelendi. Aynı sekilde, Varlık ve Hiçlik adlı kendi felsefesini açıkladığı ünlü yapıtı da bu sırada yazıldı (1943).

1945 yılında öğretmenliği bıraktı ve "Les Temps Modernes" adlı edebi-politik dergiyi çıkarmaya başladı. Kitaplarının neredeyse tümü edebi ve politik sorunları işleyen kuramsal metinler olarak şekillendi. Sartre, savaş sonrası dönemde ise özellikle politik etkinlikleriyle öne çıkmaya başladı. Soğuk savaş dönemi boyunca birçok eleştirisine rağmen Sovyetler Birliği'ni desteklemiş, Fransa'nın Cezayir'e karşı yürüttüğü savaşa karşı çıkmıştır. Çıkardığı dergi, bu bağlamda yoğun bir etkinlik göstermiştir.

Sartre, hep sol politik görüşe yakın olmuştur. 1956 yılında Macaristan'ın Sovyetler Birliği tarafından işgal edilmesine kadar Fransız Komünist Partisi'ni (PCF) desteklemiş, ardından desteğini çekmiştir. Ardından Fransız Komünist Partisi'nin Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nden daha bağımsız politikalar izleyebilmesine dolaylı katkısı olmuştur. 1960'ların sonlarında Sartre, kurulu komünist partileri reddettiği için Maocuları destekledi. Sartre daha sonra Maocularla ittifak halinde olduğunu reddetmiş ve Mayıs olaylarından sonra "Eger biri tüm kitaplarımı yeniden okursa, benim hiç değişmediğimi, hep anarşist olarak kaldığımı anlayacaktır." demiştir. Bundan sonra kendisinin anarşist olarak tanıtılmasını uygun karşılamıştır.

Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Edebiyat Ödülünü geri çevirmiştir. Bunun hem yapıtlarına hem de politik konumuna zarar verecegini düşünmüştür. "121'ler Manifestosu" olarak bilinen bildirgeyi imzalamış ve 1961-1962 yılındaki büyük gösterilere katılmıştır. Ayrıca, 1966-67 yılları arasında Vietnam Savaşı'nda meydana gelen katliamları sorgulamak üzere kurulmuş olan Russell Mahkemesi'nin de başkanlığını yapmıştır. Politik etkinlikleri giderek yoğunlaşmış ve kendi iç-dönüşümleriyle birlikte şekillenmiştir. 1968olayları Sartre'ın kendi fikirlerini ve geleneksel entelektüel konumlarını da sorguladığı bir dönem olmuştur. Sovyetler'in Prag'a müdahalesinin ve Fransa'daki öğrenci hareketlerinin üzerine, teorik politik alanı yeniden değerlendirmeye başlamış, 1973'te Liberation'u kurmuştur.

1974 yılında Sartre'ın gözleri büyük oranda görmez oldu. Bu nedenle politik etkinlikleri yavaşladı, ancak her zaman yine de Batı'nın Doğu üzerindeki baskılarına karşı etkinliklerde bulundu ve insan hakları konusunda her zaman duyarlı oldu. Bu tutumuyla, Aydınların yeri ve rolükonusunda hem teorik hem de pratik bir örnek oluşturdu.

Öte yandan siyasal aktifliğinin onun edebi ve felsefi yönünü gölgelediği söylenemez. Sartre her şeyden önce kendisinden iyi bir edebiyatçı ve yetkin bir filozof olarak söz ettirmeyi başardı. 15 Nisan 1980'de Paris'te öldüğünde geride felsefe ve edebiyat açısından büyük değerde metinler bıraktı. Kendi varoluşçu felsefesini işlediği yapıtları başlıca; Özgürlügün Yolları, Bulantı, Gizli Oturum, Kirli Eller, Sözcükler, Duvarolarak belirtilebilir.

Sartre'ın Varoluşçuluğu:

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. 20.yüzyılda, Martin Heidegger gibi kendine özgü ve yetkin varoluşçu filozoflar söz konusu olmakla birlikte, bir felsefe olarak varoluşçuluk asıl etkisini Albert Camus ve özellikle de Sartre ile birlikte göstermiştir. Sartre, varoluşçu felsefenin hem felsefi hem de siyasal alandaki taşıyıcısı, uygulayıcısı olmakla bir entelektüel ve filozof olarak ayrı bir yer edinmiştir.

Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; bu elbette belli bir şekilde anlaşılan varoluşçuluk anlamında bir felsefe eğilimidir, bunun yanı sıra varoluşçuluğun argümanlarının bir kısmı, nüve halinde ya da perspektif düzleminde de olsa çok daha öncelerde, örneğin Sokrates felsefesinde, kutsal metinlerde vb. de bulunmaktadır. Ama felsefe tarihi incelemelerinde bir felsefe eğilimi olarak Varoluşçuluğu Pascal ile birlikte ele alıp değerlendirmek yaygın bir tutumdur.

Daha sonraları, Soren Kierkegaard varoluşçuluğun anlaşılmasına tam olarak belli bir şekil verir. Buna göre dünyadaki insanın varoluşu bir problematiktir ve felsefenin soruşturulması bunun üzerine yürütülmelidir. İsa, modern varoluşçuluğun kurucusu olarak kabul edilir. Varoluşçuluk öyle ki hem edebiyat alanında hem de felsefe alanında etkili olmuş ve çeşitli şekillerde temsilcilerini bulmuştur. Friedrich Nietzsche, Martin Heidegger, Albert Camus, Dostoyevski varoluşçuluk dendiğinde akla gelen ve modern varoluşçuluğun temsilcileri olarak incelenen isimlerdir.

Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanmamış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır. Kahraman ya da alçak olmak, insanın kendi yaptıklarıyla ilgili bir sonuçtur. Bu anlamda varoluşçu felsefede insanın etik bir varlık olarak şekillendirildiği, ama bunun da siyasalı yadsımayan bir etik olduğu görülür. İnsan belirli bir bütünlüğün içine doğmuştur, burada belirli bağımlılıkları vardır ve yaşamı boyunca bu bağımlılıklar içinde bazı kararlar vermek zorundadır. İşte bu kararlar insanın varoluşunun gerçekleştirilmesidir. Bu anlamda Sartre varoluşçuluğu genelde sanıldığının aksine ve varoluşçu edebi metinlerde görülen karamsarlığa rağmen iyimser bir felsefe olarak değerlendirir. Bu felsefede özgürlük ve bağımlılık arasında tuhaf bir ilişki kurulur, öyle ki, Sartre; insan kendi özgürlüğüne mahkum edilmiştir der. Sartre'a göre insan kendi kararlarıyla ve tercihleriyle özgürlügünü gerçekleştirmek zorundadır.

Öte yandan varoluşçuluk belirtildiği gibi iyimser bir felsefedir ve özünde hümanisttir. Hümanizm Sartre'ın felsefesinde önemli bir yöndür. 20. yüzyılın ikinci yarısı özellikle Hümanizmin kuramsal ve felsefi olarak reddedilmesi ve eleştirilmesi olarak ortaya çıkmış olmasına ve bunların çoğunluğunun Fransa kaynaklı olmalarına rağmen, Sartre ısrarla, kendi felsefi konumunu ifade etmek için özgül bir şekilde anladığı anlamda hümanizmi vurgular. Sartre Varoluşçuluk Hümanizmdir der ve bu isimde felsefi bir çalışması vardır.

Bulantı

Bulantı, Sartre'ın aynı adlı kitabı olmasının yanı sıra, terim olarak da Sarte'ın varoluşçu felsefesini ifade etmektedir. Dünyanın kendinde varlığı ("kendinde şey"), insana bulantı duygusu verir; çünkü gerçeklik, yani varlıklar ne iseler o olarak orada öylece ve anlamsız bir şekilde dururlar. Bilinç ise, "kendi-için-şey"dir, ve o hiçlikle ortaya konur. Sartre, felsefi olarak "Varlık ve Hiçlik" kitabında bu noktaları açıklar. Daha sonra da Bulantı romanında edebi bir metin olarak konuyu somut biçimde değerlendirir.

Bulantı romanının kahramanı Antoine Roquentin'dir. İlk kez yerde gördüğü bir taş parçasını eğilip almak istediğinde bunu yapamadığını fark eder; çünkü bu anda varoluşun saçmalığına karşı bir bulantı duymaya başlar, varlıkların varoluşuna, doluluğuna karşı duyulan bir bulantı. Bu dünyanın özündeki kendinde anlamsız varlığı karşısında duyulan bir bulantı'dır. Sartre'a göre hissedilen bu bulantı hissi, kişinin varlıkların kendiliğinden varoluşlarının doğurduğu anlamsızlıktan sıyrılmasını sağlar ve onu bilinçli bir varlık olma konumuna getirir.

Varoluşçu Marksizm

Sartre'a göre Marksizm esas itibariyle varoluşçu bir mantıkla değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir. Marksizm, yapısalcılık gibi kuramcı eğilimlerin iddialarının aksine özünde Hümanisttir; "Marksizm hümanizmdir", der Sartre.

Diyalektik Aklın Eleştirisi'nde Sartre, varoluşçulukla Marksizmi karşılaştırarak değerlendirir ve Marksizmin, "çağımızın aşılmaz bir felsefi ufku olduğu" saptamasını yapar. Sartre'a göre; bir Descartes ve Locke dönemi, bir Kant ve Hegel dönemi, ve son olarak bir Marx dönemi söz konusudur. Bu temsilcilerin hepsi, bütün bir kültürün tarihsel ufkunu temsil ederler ve Marx bunların en yetkinleşmiş halidir. Tarihsel bir perspektif olarak Marksizmi kesin bir şekilde önerir ve "insanlık tarihinin tek geçerli yorumu"nun Marksizm ya daDiyalektik Materyalizm olduğunu söyler. "Hiç olmazsa zamanımız için" der Sartre, "marksizm aşılamazdır".

Sartre ve Aydın tavrı:

Sartre, bir aydın ya da entelektüel olarak her zaman çok özel bir konumda durmuş, her zaman bu aydın konumu üzerinden tartışmalar yürütülemesine vesile olmuştur. Hem savunduğu hem de uyguladığı aydın tavrı, Sartre'ı entelektüeller arasında özel bir konumda tutar. Öyle ki, Sartre, hem tamamen özgürlükçü ve bağımsız bir konumda bulunup hem de sıkı bağlanımları gerektiren pek çok politik tavrı, tereddüte ya da çelişkilere düşmeksizin sergileyebilmiş ve zamanının bütün sorunları konusunda neredeyse aktif bir tavır sergileyebilmiştir.

Bu bakımdan Sartre için, "çağının tanığı ve vicdanı" diye söz edilmesi yanlış olmaz. Sartre'ı Sartre yapan yalnızca felsefi çalışmalarının yetkinliği ve özgül varoluşçu kuramının ilgi çekiciliği değil, aynı zamanda sergilediği aktif aydın tavrıdır. Sartre, bu noktada kuram ve eylem adamı niteliklerini birleştirmiş durumdadır.

Sartre'ın anladığı ve savunduğu anlamda aydın, ister eylem alanında ister yazı masasında olsun, esasta aydını aydın yapan nitelik, yaşadığı zamanın dünyasına sırt çevirmeyen, bu dönemin gerçekliklerinden ve çelişkilerinden kaçınmayan, aksine tutumunu ve eylemini bu gerçeklikler ve çıkmazlardan hareketle oluşturup belirleyen tavırdır.

Bu anlamda Sartre'ın bir bütün yaşam doğrultusu bu bakışın doğrulanmasıdır. Dolayısıyla da, Sartre'ın sergilediği aydın tavrı ve kişiliği, varoluşçuluğun edebiyattaki yetkin temsilcisi olarak kabul edilen Dostoyevski'nin sözünü onaylar niteliktedir; "Her insan herkes karşısında her şeyden sorumludur." Bu söz Sartre'ın anladığı ve örneğini sergilediği anlamda aydının tavrının da iyi bir açıklanmasıdır.

Jean-Paul Sartre Kitapları - Eserleri

  • Bulantı
  • Duvar
  • Akıl Çağı
  • Varoluşçuluk
  • Yıkılış
  • Yaşanmayan Zaman

  • Edebiyat Nedir?
  • Sözcükler
  • Aydınlar Üzerine
  • Varlık ve Hiçlik
  • İş İşten Geçti
  • Sartre Sartre'ı Anlatıyor
  • Baudelaire

  • İmgelem
  • Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar
  • Toplu Oyunlar
  • Toplu Oyunlar 2
  • Kirli Eller
  • Öznellik Nedir?
  • Ego'nun Aşkınlığı

  • Denemeler
  • Saygılı Yosma
  • Yöntem Araştırmaları
  • Hepimiz Katiliz
  • Materyalizm ve Devrim
  • Altona Mahpusları
  • Özgür Olmak

  • Şimdi Umut: 1980 Söyleşileri
  • Tuhaf Savaşın Güncesi
  • Çark
  • Gizli Oturum
  • Mezarsız Ölüler
  • Sinekler
  • Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı

  • Şeytan ve Yüce Tanrı
  • Bir Şefin Çocukluğu
  • Altona Men - Without Shadows - The Flies
  • Komünistler Devrimden Korkuyor
  • Çağımızın Gerçekleri
  • Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor
  • Yazınsal Denemeler

  • Yabancının Açıklaması
  • Estetik Üstüne Denemeler
  • In Camera and Other Plays
  • Briefe an Simone de Beauvoir 1
  • Sahibin uşaqlığı
  • Seçilmiş Əsərləri
  • The Age of Reason

  • Yöntem Araştırmaları

Jean-Paul Sartre Alıntıları - Sözleri

  • Emek, hayatın yeniden üretilmesi yoluyla nesnelleşmeyse, emek yoluyla nesnelleşen nedir? İhtiyaçla tehdit edilen nedir? Jouissance'la (haz, keyif) birlikte ihtiyacı ortadan kaldıran nedir? Cevap elbette ki pratik biyolojik organizmadır ya da diğer bir deyişle, bu terim bizi öznellik açısından ilgilendirdiği ölçüde, psikosomatik birliktir. Sonuç olarak, burada içselliğiyle dolaysız bilgiden kaçan bir birliği kavrıyoruz. (Öznellik Nedir?)
  • Özgürlük, metafizik değil, pratik özgürlük, proteinle koşullanmıştır. İnsanlar, açlıktan kurtulduğu, uğraşlarını ona yakışan koşullar altında yapabildikleri gün, yaşam insanca olacaktır. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Dokunmayın bana. Birinin bana dokunmasından nef­ret ederim. Acımanızı da kendinize saklayın. Haydi! (Gizli Oturum)
  • Aşk, aşktan daha fazla bir şeydir. (Denemeler)
  • Ben de herkes gibi değiştim: bir sürerlilik içinde. (Sanat, Felsefe ve Politika Üstüne Konuşmalar)
  • Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır. (Altona Mahpusları)

  • Köksüzlerin ağırlığı olmaz. (Sinekler)
  • "O halde bu, proletaryanın hiçten yola çıkarak icat ettiği ya da 'yarattığı' bir şey değil, daha ziyade bütünlüğü içindeki evrim sürecinin zorunlu sonucudur; bu yeni öğe, ancak proletarya onu bilincine yükseltip pratik kıldığında somut bir gerçeklik halini almaya dair soyut bir imkân olmayı yine de bırakmaz. (Öznellik Nedir?)
  • İnsan dönüp kendi geçmişine bir anlam yakıştırarak onu bir çeşit değişikliğe uğratabilir. Yani kendi kişisel tasarısına göre, geçmişini farklı bir biçimde sahiplenir. Bir başka deyişle geçmiş, insanın özgürlük anlayışına göre kimlik kazanır.. (Ego'nun Aşkınlığı)
  • "Yeniden kendimi hissedebilmek istiyorum. İçten ve yoğun bir duygu beni kurtaracak." (Jean Paul Sartre Küba'yı Anlatıyor)
  • "Eskiden beklemek umurumda değildi. Şimdiyse ya­pamıyorum artık." (Kirli Eller)
  • Cehennem, başkalarıdır. (Toplu Oyunlar)
  • “Neden iki ayrı kişi olduğumuzu anlamıyorum. Kendim kalarak, sana dönüşmeyi isterdim.” (Toplu Oyunlar)

  • Gerçekten savaşsaydım, pek fena olmazdı. Fakat, savaşmıyorum işte. Silah altına alınmışım, o kadar. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • "Bizi hiçbir zaman sevmediler!.." (Yıkılış)
  • Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona... (Estetik Üstüne Denemeler)
  • " Belli bir grubun emrindeki bilim, bir ideolojiye dönüşür. '' (Aydınlar Üzerine)
  • "İnsan özgür olmaya mahkûmdur." (Varoluşçuluk)
  • Söyleyebildiğim zaman söyleyeceğim. (Tuhaf Savaşın Güncesi)
  • Biz rüzgar ektik, o ise fırtınadır. Şiddetin çocuğu, şiddetten her an kendi insanlığını ya­ratıyor. Biz onun sırtından insandık, o da bizim sırtımızdan ken­disini insanlaştırıyor. Yeni bir insana doğru hem de daha ni­teliklisinden. (Hepimiz Katiliz)

Yorum Yaz