diorex
sampiyon

Acımak - Reşat Nuri Güntekin Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Acımak kimin eseri? Acımak kitabının yazarı kimdir? Acımak konusu ve anafikri nedir? Acımak kitabı ne anlatıyor? Acımak kitabının yazarı Reşat Nuri Güntekin kimdir? İşte Acımak kitabı özeti, sözleri, yorumları ve incelemesi...

  • 08.02.2022 21:40
Acımak - Reşat Nuri Güntekin Kitap özeti, konusu ve incelemesi

Kitap Künyesi

Yazar: Reşat Nuri Güntekin

Yayın Evi: İnkılâp Kitabevi

İSBN: 9789751026569

Sayfa Sayısı: 159

Acımak Ne Anlatıyor? Konusu, Ana Fikri, Özeti

Reşat Nuri Güntekin 1928 yılında yayınlanan bu eserinde; çalışkan başarılı fakat zaaf gösterenlere karşı acımasız olan Zehra Öğretmen ile babası Mürşit'in bakış açılarından dramatik yaşam öykülerini anlatıyor. 

Yazar, cumhuriyet öncesinde yeni mezun, idealist genç bir mülkiyelinin iş ve sosyal yaşamdaki çatışmalarını ve uyumsuz ilişkilerini anlatırken, dönemin memuriyet yaşamına, köhne yapısına ait önemli ipuçları da veriyor. Şehirden kasabalara sürüklenirken, ardında birer birer ilkelerini de bırakan genç adam hatalı bir evlilikle korkunç bir sona doğru sürükleniyor. 

Acı ve sefaletle dolu ortamdan tesadüfle sadece kızı Zehra'yı kurtarabiliyor. Acımak; aile içi ilişkileri ve sorumluluklarını, adeta ders verir gibi gözler önüne seriyor.

(Tanıtım Bülteninden)

 

Acımak Alıntıları - Sözleri

  • "Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım."
  • Birbirimizin feryadını, iniltisini duyabilmek de lazım.
  • Vicdanımın sesini daima dinleyeceğim.
  • Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım.
  • Çok temiz, çok iyi insanları çekememek, halkın, dünya kadar eski bir âdetidir.
  • Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım.
  • Ben zannediyordum ki, ömürlerimizin teknesini istediğimiz sahile çekmek için yalnız onun dümenini ele almak kâfidir..
  • Kendi insanlığımı kendi haklarımı unuttum. Hayatımı başkalarının saadetlerine vakfettim.
  • Dertli insan için derdini dökecek bir arkadaş aramak dehşetli bir ihtiyaç...
  • Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım.
  • Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulacağına inananlardanım.
  • "Memleketin ancak okuyup yazmakla kurtulabileceğine inananlardanım."
  • ... dünyadır bu... Olmadık olmaz..

Acımak İncelemesi - Şahsi Yorumlar

İçinde Duyma: 1928 tarihli Reşat Nuri Güntekin romanı Acımak üzerine neredeyse bir asırdır söylenmek istenenler çoktan söylenmiştir. Zannediyorum okuyacağınız satırlar farklı olmayacak ama son zamanlarda yazmak benim için eskisinden daha kıymetli bir hâl aldı. Katı olan her şey buharlaşırken, hiçbir şeyi ellerimizde tutamazken, en çok korumak istediklerimiz bir bir duman olup uçarken, kalıcılık peşine düşmek pek gülünç… Yine de içimdeki ‘Verba volant scripta manent’ yankısını bastıramıyorum. Bu onların hikayesi; Zehra Öğretmen ve Mürşit Efendi: Acımak, bakışıma göre üç bölümden giriş- gelişme ve sonuçtan değil, sonuç-neden, sonuç- neden-sonuçtan oluşan iki sesin de hakim anlatıcıya eşlik ettiği bir roman. Romanın başlangıcında Zehra öğretmenin dışarıdan bir bakışla profili çizilirken aralıklarla kendi sesini duyuyoruz. İkinci ve üçüncü bölümlerde günlük tarzında bir anlatım sürüyor ve burada daha çok Mürşit Efendi’nin sesiyle baş başa kalıyoruz. Böylece eser, birden çok anlatıcıyı içinde barındırmasıyla kitaba adını veren duygunun taraflarına savunma hakkı vermiş oluyor. Şimdi biraz sözlük tarayıp acımak eylemi, acıma duygusu üzerinde düşünelim. Acımak: Acımak sözlüklerdeki ilk anlamına göre ‘tadı acı duruma gelmek’ ile daha çok yiyecekler içerisinde gelişen tatsız bir halin ifadesinde kullanılıyor. Olumsuz bir sonuç gibi duruyor ve acaba bizim konumuzla ufak bir ilgisi olabilir mi diyerek ikinci anlamına geçiyorum ‘acılı ve ağrılı olmak’. Bu tanım ise bedenimizin uğradığı maddi ve manevi etkilere karşılık bizden, içimizden gelen olumsuz bir his. Buraya kadar ilk iki anlamın birbirlerinden çok farklı olsalar da olumsuzluk noktasında birleştiğini görüyoruz, ancak asıl aradığımız anlam kelimenin üçüncü halinde saklı: ‘merhamet etmek’. Kelimeler de durmadan renk değiştiren yapraklara benziyor ve bu hali ile vicdan süzgecinden de geçen acımak'ın etkisi ve rengi tamamen değişti mi? sorusuyla baş başa kalıyoruz. Acımak karşımızdaki insanların olumsuz hallerine karşı içimizde oluşan bir sancı. İki kişi arasında gerçekleşen bu duygu, kimi zaman acıma duyanın doğru çalışan vicdan yargılarının habercisiyken, acınan kişiyi anlama, hatta yardımcı olma konusunda da olumlu olan bir duygu gibi görünüyor. Diğer yandan bir çok insanın çantasında gezen ve belki de olması gereken gururu ile acınan kişi de oluşan yine olumsuza dönüşen başka renkte bir his aynı zamanda. Acımak’ın renklerini sayabildiniz mi? Bir kaçına değinmeye çalışsam da kitap boyu bu kelimeye alternatif olabilir mi diye merak ettiğim bir diğer kelimeye geçerek sözlükçe paragrafının son sıkıcı halkasını tamamlamak istiyorum; Empati. Eski Yunanca’da patheia ‘hissetme, duyma sözcüğünün aldığı ön ek olan en+ ile türetilip, hissetmek, acı duymak anlamını taşırken, İngilizce de hissetme, içinde duyma anlamına sahiptir. Sanırım bu gün çok daha alışık olduğumuz empati kelimesi, Türkçe’ye bu romandan sekiz yıl sonra bağımsız olarak girmiş. Reşat Nuri zengin diline bu kelimeyi katıp eserine bu ismi verse nasıl olurdu? diye düşünmeden edemiyorum. Ancak eser boyunca empatiden yoksun Zehra Öğretmen’in acıma duygusu ile ilişkisi sorgulanıyor olması pek çok okurda bu kelimenin etkisini bırakmıştır zaten. Acımayı Öğrenme ya da Empatiyi öğrenmek zorunda kalmak: Yazarın, kitap isminin etrafındaki gezinti bitti neyse ki. Şimdi içeriye girelim, tek bir anlamı olmayan dalında yeşil, son baharda sarı-kızıl, bedenden kopuşu ve çürüme yolunda ilerleyişiyle kahverengiye dönen Acımak yaprağının damarlarında gezelim. Zehra Öğretmen, İstanbul’dan taşraya yolculuk yapmış, orada sağlam kökler bırakmaya çalışmış idealist bir öğretmen. Reşat Nuri Güntekin’in diğer romanlarında da yer alan profillere benzeyen, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde, hem bir kadın güneş oluşu, hem eğitime önem verişi, hem kamudaki yükler ve pürüzlerden etkilenmeksizin son gücüne kadar kendini görevine adamış oluşuyla takdire şayan bir eğitimci. Öğrencilerini yalnız bilim konusunda değil ahlak konusunda da eğitmeye çalışan Zehra Öğretmen’in kötülükler karşısındaki son derece katı durumu ve acıma hissini ruhunda barındırmayışı romanın başından itibaren cevabı aranan durum. Bu sorguyu kesen ve aslında cevap da olan baba Mürşit’in ölümü ile Zehra’nın içine giriyor ve yaşamını, kendi gözüyle görüyoruz öncelikle. Korkunç bir yaşam, kötü ötesi bir baba ve dağılmış bir aileye rağmen, çalışılarak kazanılmış bir hayat onun ki. Sonradan Platonun mağarası gibi görülebilecek Zehra’nın bakışından kurtaran yazar, ‘kötü’ olanın içine de koyuyor bizi, Mürşit’in. Mürşit'in günlüğünü doğru mu kabul etmeliyiz? Günlüğü onun tıpkı Zehra gibi genç bir memurken atıldığı hayat yolunda, başlarken nasıl temizse, biterken bir o kadar kirlendiği hayat mücadelesinin yazılı belgesi. Yalnızlık, hayata tutunma, gerçek insanlarla tanışma, masumiyet ve aydınlanma Mürşit'ten dinlediklerimiz. Yalnız bir fark var ki onda acıma duygusu mevcut. Eser günlük sonunda bitip hedeflenen duygu Zehra'da izleniyor ve Mürşit'in uzun nefesine teslim olunuyor ancak biz dışarıdan iki pencereden baktığımız bu hayatlardan Reşat Nuri etkisiyle Mürşit'e inanıyoruz, niçin? Galiba biz hala kötünün içinde iyi olacağına olan ümidimizi yitirmemişiz... Pandora mirasın emin ellerde...Bazen. Empatinin dikte edileninin makbul olmadığı kesin. Bu duygunun özden gelmesi gerekir. Reşat Nuri empatiyi öğretirken Zehra babasını çoktan yitirmiş oluyor bu durum belki de erken müdahale gerektiğinin bir mesajı, fazla katılık da iyi değil. Eserde sadexe bir aile bunalımını değil, İstanbul- taşra uçurumunu, kamudaki kanunsuzlukları ve yetersizlikleri, toplumdaki çarpıklıkları ve sevginin sorgulanması gibi pek çok konunun da işlendiğini söylemek gerekiyor. Ve tüm bunları haz içinde okuyabileceğimizi. Olumsuzluklar : Eserin başında baba ve kızları hakkında yazılan satırları okurken bir ensest durumunun olup olamayacağı hakkında çelişkiye düştüm. Anlatıcı değişimi sorumu yanıtlasa da bu konu atmosferi tamamen sardı yazık ki. Bu olumsuzluk içimden gelen. Bir diğer konu kadın katli. Kitap boyu namus cinayetlerini onaylayan bir hava sezdim. Aldatılan eşlere doğan bir hak gibi sunulan bu fikri bağlam dışında da yer alsam onaylayamam. Ayrıca kitap bölümlerindeki ses birleşimlerinde özellikle günlüğü okuyan Zehra’nın uzun süre koruduğu sessizlik biraz can sıkıcıydı. Kınayıp lanetlenen babanın ahlakının tıpkı kendininki gibi oluşu konusunda bir mırıtı duyuldu yalnız ve sonuçta amaca erildi. Belki bu amaç içindi sessizlik ama bana göre yetersizdi. Kitapta yer alan sözlük yardımcı olsa da bu eserin daha küçük yaştaki okurlar için daha yalın bir dilde olması gerekiyor belki vardır bilmiyorum. Çocukken elime aldığım ilk Reşat Nuri Güntekin eseri gibi bir tat var içimde. Ama her yer gri bu gün. Eserde siyah ya da beyazın olmadığı, herkesin kendi gerçeği olabileceği, dinlemenin, anlamanın en azından bu yoldaki çabanın ne kadar önemli olduğunu yine gördüm. Zamansız bir eser Acımak, görülen insan yüzleri, tadılan duygular daima aynı etrafımızda. Gri var hep. Şimdi daha çok. Her yer gri tesadüfen bu gün de, duman mı bu, bir ağacın ruhu mu bilmiyorum. İçimde duyuyorum … (Psyche)

Uzun uğraşlarım sonrası sanırım arkadaşıma, okuma alışkanlığı kazandıracağım. Dile kolay liseden süre gelen tam on iki yıllık arkadaşlık. Zannediyorum ki o, en yakın arkadaşım benim. Hayatının en ince ayrıntılarını bile anlatır bana, tabi bende ona. Kendisi öğretmendir benim gibi ancak benim aksime atanmış hayatını düzene koymuş biridir. Hayatında yaptığı ve yapacağı her şey sıra içindedir. Önce lise biter, üniversite kazanılır, üniversite biter, sonra askerlik. Askerlikte tamam derken atanma sırası gelir. En nihayetinde atanma işi de tamamdır. Geriye, kafa yapısına uygun bir kız bulup evlenmek ve sonrasında müthiş bir nizam içinde olan hayatını, yapılacaklar listesinden yine sırasıyla devam ettirerek kaçınılmaz olana doğru yol almak kalıyordu. Bu aralar kafası çok karışık arkadaşımın. Bir edebiyat öğretmeni varmış okulda; “Çok güzel bir kız, fiziği gayet iyi saçları, hele saçları öyle güzel ki onu görünce kendimi ona bakmaktan alıkoyamıyorum Anıl.” Diye çoğu zaman onun ihtişamına dem vurarak konuyu açar ve kızın davranışlarında ki tutarsızlıkları ile konuyu enine boyuna tartışarak, ondaki bu tutarsızlığın nedenlerini ve bu nedenlere nazaran bizim çocuğun, ona nasıl davranması gerektiğine dair kararlar alırız. Yine bir gün bu konular üzerine kafa yorarken; “Oğlum Anıl, ne yapacağım ben her geçen gün uzaklaşıyor benden, ne yapmak gerek? Ah bir bulabilsem keşke. Ortak bir yön bulabilsem.” Diye hayıflanırken birden aklına bir fikir geldi; “Aa bir dakika geçen İnstagramında bir kitap paylaşmıştı, onun üzerinden gitsek olmaz mı, ne dersin?” diye sevinçle bana döndü. Bende yardımcı olma arzusuyla fotoğrafı açmasını söyledim. Fotoğrafta Albert Camus’un Yabancısı ve onu tutan bir el gördüm. “Tamam. Varoluşçuluk felsefesini seviyor olmalı. Buna dayanarak varoluşçu yazarları bulup, bu kitaplar hakkında ondan fikir alır, kitabı okuduktan sonra da üzerine konuşursunuz.” Dedim. Dedim ama bu felsefe hakkında pek bir bilgim olmadığı için Hakan Hocama bu hususta yardım talebi içerikli bir mesaj attım. Sağ olsun çokça yardımcı oldu. Beyazıt Kitapevine gittik arkadaşımla. Dört tane kitap bulduk; üç tanesi varoluşçu felsefesini yansıtan kitaplar ve bir de Puslu Kıtalar Atlası. Çektik fotoğrafını, kıza instagramdan: “Hocam nasılsın? Kitapçıdayım, karar veremedim. Yardımcı olur musun?” açıklaması ile yolladık. Aradan bir on dakika geçti, arkadaşım, kızın tutarsız bir anına denk gelmiş olacak ki; “Puslu Kıtalar Atlası’nı al gidiyoruz.” dedi. “Dur!” dedim; “Puslu Kıtalar Atlası on beş lira şuradan bir tanede ikinci el bir kitap alalım düz yirmi yapar alır gideriz.” dedim. Gittim tek seferde hiç diğer kitaplara bakmadan “Acımak” adlı eseri aldım. “Kardo, sana hep oku şu kitapları bir gün işine yarar diyorum aldırmıyorsun. Geçen sene başlasaydın, bu kızla muhabbetiniz çok farklı olabilirdi.” Dedim. Bana hak mı verse yoksa kızsa mı karar veremeden çok daha sert bir karar aldı; “Başlıyorum lan kitaplarına. Ne önemli bir b.kmuş. Gidelim sizden bir sürü kitap alacağım hepsini okuyacağım. Eğer hayatımda bir b.k değişmezse senin de ağızına sıçarım, haberin olsun.” Dedi. “Sıç lan tamam.” Dedim tüm kitaplara güvenerekten! Bu yazımı okurken; yine ne saçmalıyor bu? diyorsunuz belki de. Bilmiyorum yazmak geliyor içimden. Yazdıklarımla anlaşılmak istiyorumdur belki de. Ne yani kızdınız mı şimdi bana. Varın sizde kızın ama ben yazacağım yine de. Neyse her zamanki gibi Metro da başladım kitabı okumaya. Türk yazarlarını seviyorum. Tamam varoluşçuluk, fantastik, polisiye, akıl oyunları gibi içerikli kitapları yabancı yazarlardan okumak iyi, güzel hoşta bizim yazarların üslubu da çok tatlı geliyor bana. Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Yakup Kadri, Peyami Safa gibi yazarların yakın tarihi yansıtırken toplumun profilini çizmelerini ve o tatlı yazım diline de zaman zaman ihtiyaç duyuyorum. Yoksa bağımlılık mı yaptı kitaplar bende! Metro da makinistin ani frenleri midemi kaldırıyor, çoğu zaman kitaptan kopmalara neden oluyor bu durum ama makinistin acemiliği beni alıkoyamıyor okumaktan. Bir süre okuyorum. Kitabın başlarında Mürşit Efendinin ailesine yaptıklarına karşı kanım donuyor, çocukları Feriha ve Zehra için çokça üzülüyorum. Çok geçmeden yanıma bir adam oturuyor. Elinde bir kürdan, ara sıra dişlerinin arasına sokuyor, parçayı çıkarmaya çalışıyor. Kürdan, dişinin arasındakini çıkarmaya yetmemiş olacak ki; ağzında tam olarak bir yere konumlandıramadığı tükürüğü ile dişine rahatsızlık veren o küçük yemek parçasını çıkarmak için garip sesler çıkartarak bende dahil diğer yolcuları rahatsız ediyor. Adam, yolcuların dişinin arasında kalmış bir yemek parçası olduğu izlenimi uyandırıyor bende. Aynı rahatsızlığı veren bir sürü insan tanıyorum! Ama maalesef ne kürdanım var ne de onları dışarı atacak kadar yeterli tükürüğüm. Sanırım yine konumuzdan sapıyorum. Yolum uzun, yolcuların yüzleri değişiyor ama yolculuğun kasvetli, tedirgin atmosferi değişmiyor. Neyse ki, yanımdaki atık madde trenden ayrılıyor. Bir süre yanıma kimse oturmuyor, böylelikle kitabımı rahatça okuyabiliyorum ama içimdeki insanlara karşı olan rahatsızlık hissi gitmiyor. Bir zaman sonra bir adam daha oturuyor yanıma. “Nasılsın evlat kızıyor musun bana?” diyerekten. “Hayır yanıma oturduğunuz için neden kızayım size, lütfen buyurun, rahat rahat oturun.” Diyorum. “Ben Mürşit evlat!” demesiyle kanım beynime sıçrıyor, yakasına yapışıp hesap sormak istiyorum ama tutuyorum kendimi o kalabalıkta ve ruh halimin gelgitlerine tamamen ters bir edayla; “Neden Mürşit Efendi, yazık değil mi karına ve o kızlarına, neden böyle yapıyorsun?” diye nazikçe sitem ediyorum kendisine. “Anlatsam da anlamazsın evlat, insanlığın en büyük sorunu bu değil midir zaten; Önyargılarımız. Önyargılarımızdan kurtulduğumuz zaman acıyabilir, belki en nihayetinde insan bile olabiliriz.” Diye saçma sapan yaptıklarını haklı çıkarmaya çalışıyor. Onu ve ne dediğini anlamaya çalışmadan kitabı kapatıp iniyorum trenin ilk durduğu istasyonda. Kitabın yarısına gelmişim yeni fark ediyorum. İndiğim istasyonun hangi istasyon olduğuna bile bakmadan dalıyorum İstanbul’un o varoş sokaklarına. Sokakları arşınlarken Feriha’yı, Zehra’yı, Mürşit Efendinin karısını düşünüyorum ve üzülüyorum. Ne kadar yürüdüğümün ne kadar zamanın geçtiğine dikkat etmeksizin tekrardan biniyorum metroya, dönüş yolunda kitabı bitirmeye kararlı bir şekilde. Kitabın diğer yarısı beni daha çok üzüyor, kitabın sonlarına doğru gözümden bir damla yaş bile düşüyor. Daha fazlasına izin vermiyorum ama. Çünkü bir erkeğin metroda göz yaşı dökmesi yakışır bir şey miydi? Gözlerimi bir süre kapalı tutuyorum. Başka şeylere odaklanmaya çalışıyorum ki odaklanamazsam şayet ve aklıma kitabın o son sahnesi gelirse, biliyorum ki bu sefer hâkim olamayacağım göz yaşlarıma. En sonunda kafamı kaldırıyorum bu kasvetli günün kasvetli insanlarının ortasında ve dolu gözlerle Mürşit Efendiyi arıyorum. Ne yazık ki yok, daha da gelmeyecek yanıma, kaybedenlerden oldum bende. Kendimi, Zehra gibi hissediyorum! (Anıl)

Kitabın Yazarı Reşat Nuri Güntekin Kimdir?

Reşat Nuri Güntekin (25 Kasım 1889;, İstanbul - 7 Aralık 1956; Londra), Cumhuriyet dönemi edebiyatında önemli bir yeri olan Çalıkuşu, Yeşil Geceve Anadolu Notları gibi önemli eserlere imza atmış romancı, öykücü ve oyun yazarıdır.

Hayatı

1889'da İstanbul’un Üsküdar ilçesinde dünyaya geldi. Babası, askeri tabip Nuri Bey, annesi Kars valisi Yaver Paşa'nın kızı Lütfiye Hanım'dır. Reşide adlı kız kardeşi çok genç yaşta hayatını kaybetti, tek çocuk olarak büyüdü. Babası askeri doktor olduğu için öğrenim hayatı boyunca birçok il gezen Reşat Nuri, ilköğrenimine Çanakkale'de başladı. Çocukluk yıllarında dinlediği Fatma Aliye Hanım’ın Udi isimli romanı hayatına iz bırakıp,sanata heveslendiren eserleri arasına girdi. Babasının Çanakkale’deki evlerinde zengin bir kütüphanesinin olması onu kitaplara iten ve yazı yazma kültürünün gelişmesini sağlayan bir araç oldu. İzmir'deki Frerler okulunda bir süre öğrenim gördükten sonra İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’nde öğrenim gördü. Yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi'nde 1912'de tamamladı. Böylece öğrenim hayatını yirmi üç yaşında bitirmiş oldu.

1927'ye kadar Bursa ve İstanbul’da çeşitli okullarda Fransızca ve Türkçe öğretmeni ve müdür olarak görev yaptı. Görev aldığı okulların bazıları Bursa Sultanisi, İstanbul Beşiktaş İttihat Terakki Mektebi, Fatih Vakf-ı Kebir Mektebi, Akşemseddin Mektebi, Feneryolu Murad-ı Hâmis Mektebi, Osman Gazi Paşa Mektebi, Vefa Sultanisi, İstanbul Erkek Lisesi, Çamlıca Kız Lisesi, Kabataş Erkek Lisesi, Galatasaray Lisesi ve Erenköy Kız Lisesi'dir. 1927’de Erenköy Lisesi’nden yeni mezun olan öğrencisi Hadiye Hanım ile evlendi.

Öğretmenlik mesleğinin yanı sıra edebiyatla uğraşan Reşat Nuri, Halit Ziya’nın eserlerinden aldığı ilhamla hikâye yazma hevesi duymaktaydı . Daha sonra tiyatro edebiyatını benimseyerek bir tiyatro yazarı olmak için uğraştı. Yazı hayatına I. Dünya Savaşı sonlarında başladı. Başlangıçta “Eski Ahbap” (1917) gibi uzun hikayeler, “Hançer”(1920) ve “Eski Rüya” (1922) gibi sahne eserleri, “Gizli El” (1924) gibi romanlar yazan, tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayınlayan sanatçı “Çalıkuşu” adlı romanının 1922’de Vakit Gazetesi’nde tefrika edilmesiyle şöhrete kavuştu.

Güntekin, 1931'de maarif müfettişi oldu ve bu arada Dil Heyeti'yle birlikte bazı çalışmalarda bulundu. Anadolu’yu baştan başa dolaşmasına neden olan müfettişlik görevi sayesinde ülkenin gerçeklerini yakından görme ve tanıma imkânı buldu.

1939'da ise Çanakkale milletvekili olarak TBMM'de bulundu. Bu görevini 1946'ya kadar sürdürdü. 1941’de tek çocuğu olan kızı Ela dünyaya geldi.

1947'de, Cumhuriyet Halk Partisi'nin Ankara'da yayımlanan Ulus gazetesinin İstanbul kolu olan Memleket gazetesini çıkardı. Güntekin daha sonra müfettişlik görevine geri döndü ve 1950'deBirleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Türkiye temsilciliği ve öğrenci müfettişliği görevleriyle Paris'e gitti. Paris kültür ataşeliği yaptı. 1954'te ise yaşından dolayı bu görevden ayrılmak zorunda kaldı.

Emekliliğinden sonra bir süre İstanbul Şehir Tiyatrosu edebi heyeti üyeliği yaptı. Güntekin'e Akciğer kanseri teşhisi konulduktan sonra tedavisi için Londra'ya gitti ve orada hastalığına yenik düşerek öldü. 13 Aralık 1956 günü, Karacaahmet Mezarlığı'na gömüldü.

Levent’te oturduğu sokağa “Çalıkuşu” ismi, Kadıköy’de ve İzmir’de bir ilköğretim okuluna ve Fatih'te bir tiyatro sahnesine Reşat Nuri Güntekin ismi verilmiştir.

Eserleri Hakkında Bilgiler

Yazar, öykü, roman ve oyunlarıyla edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir. Kahramanları genelde tek yönlüdür. Olay kahramanlarını çevreyle birlikte verir.

Anadolu insanını iyi tanıdığını eserlerinden anlaşılır. Bazı eserlerinde genç cumhuriyetin toplumsal ideallerini işlemiştir. Reşat Nuri Güntekin eserlerine konuşma dilinin zenginliğini zorlanmadan yansıtır.

Çalışma Yöntemi Hakkında

Bütün romanlarının tiyatro halinde senaryoları olduğunu söyleyen Reşat Nuri, Hikmet Feridun'la yaptığı bir konuşmada çalışma yöntemlerini şöyle açıklar:

"Roman ve hikâye yazarken konunun evvela asıl canlı noktası, amudi fıkarisi (belkemiği) gelir. Bu amudi fıkaridir ki bana yazmak arzusunu verir. Bu bazen bir vak'a olur, beni alâkadar eden bir vak'a.. Fakat çok kere pek alakadar olduğum insan tipi. (Şu vak'ayı veya şu insanı, şu tipi yazayım) derim. Bu suretle eserin iki adımı atılmış olur. Mevzuu pek iptidai bir şekilde fikrime gelir. Hiçbir zaman hemen derhal bu mevzunun planını yapıp da yazmağa başladığım vaki değildir. Bulduğum mevzuu zihnimde bir köşeye atarım. Onun francala hamuru gibi kendi kendine kabarması için uzun müddet bırakırım. Çok defa aradan birçok senelerin geçtiği de vakidir. Bu müddet zarfında mevzua bazı ilaveler yaparım. Bazı kısımlarını tayyederim, atarım, çıkarırım. Vakaları retuş ederim. Tipleri develope ederim (geliştiririm).. Yazma işine başladığım zaman da çok muntazam çalışırım. Romanın sonunu nasıl bitireceğimi tayin etmeden yazıya başlamam. Evvela umumi bir şema yaparım. Fakat eser henüz definitif (kesin, belirli) olmamıştır. Ortada şahıslar vardır, vakalar vardır, eserin ana hatları vardır. Fakat yazmaya başladıktan sonra şahıslar ekseriyetle hüviyetlerini değiştirirler, evvelce hiç düşünmediğim vak'alar, yeni şahıslar gelir. (Muhit dergisi, 1933; anan: Muzaffer Uyguner, Reşat Nuri Güntekin, Ağustos 1967) Kişilerine sevgiyle sokulan bir romancıdır Reşat Nuri. Genellikle onların gerçek yaşamlarındaki en belirgin özelliklerini yitirmeden yansıtmaya çalışır. Gözlem yeteneği yaşama çok geniş bir perspektiften bakma imkânını sağladığı için romanları geçiş dönemi yaşayan ülkemizden "insan manzaraları" çizme başarısına ulaşmıştır."

Reşat Nuri Güntekin Kitapları - Eserleri

  • Çalıkuşu
  • Acımak
  • Yaprak Dökümü
  • Anadolu Notları 1-2
  • Yeşil Gece
  • Leyla ile Mecnun

  • Kan Davası
  • Damga
  • Dudaktan Kalbe
  • Akşam Güneşi
  • Bir Kadın Düşmanı
  • Değirmen
  • Kızılcık Dalları

  • Olağan İşler
  • Miskinler Tekkesi
  • Eski Hastalık
  • Ateş Gecesi
  • Gökyüzü
  • Gizli El
  • Harabelerin Çiçeği

  • Sönmüş Yıldızlar
  • Tanrı Misafiri
  • Kavak Yelleri
  • Son Sığınak
  • Hadiye'ye Mektuplar
  • Salgın - Madalyonun Ters Tarafı
  • Eski Ahbap

  • Balıkesir Muhasebecisi - Tanrıdağı Ziyafeti
  • Hülleci
  • Eski Şarkı / Yaprak Dökümü
  • Bir Kır Eğlencesi
  • Gizli El - Sahne Işıkları
  • Bir Köy Öğretmeni
  • Roçild Bey

  • Çalıkuşu
  • Madalyonun Öteki Yüzü
  • Yeşil Gece

Reşat Nuri Güntekin Alıntıları - Sözleri

  • "Ben sevmeyi onların hepsinden daha iyi biliyorum.." (Olağan İşler)
  • Ne bileyim, insan kalbi, öyle anlaşılmaz bir şey ki!.. (Çalıkuşu)
  • — Bu acı, zamanla geçer mi acaba enişte?  — Her yara gibi o da kapanır kızım,.. Bahusus sen, hemen hemen çocuksun... Önünde bütün bir hayat var... izi bile kalmaz...        Bu teselli sözleri onu bilâkis daha ziyade meyus etti.    — Ne fena bir şey söylediniz enişte... - Niçin?     — Çünkü ben, bu yarayı çok seviyorum. (Akşam Güneşi)
  • Fakat hiddet, insana neler yaptırmaz? (Gökyüzü)
  • Uzun uzun yüzüme baktıktan sonra gülümseyerek: "Züleyha, senin ne kadar çok susacak şeyin varmış!" dedi. (Eski Hastalık)
  • Aynı duayı birbirimden habersiz eden iki insan, er ya da geç birbirlerine kavuşurlar. (Çalıkuşu)

  • Tevekkeli dememişler, deli bir kuyuya taş atar, kırk akıllı çıkaramaz diye... (Değirmen)
  • O mesut olursa ben ziyan olan gençliğime acımayacağım. (Dudaktan Kalbe)
  • Atalarımızın "Ar ve hayâ perdesi yırtılmak" diye pek düşündürücü bir tâbirleri vardır... İnsanın öyle şeyleri saklayıp bir anda ortaya çıkardığı oluyor ki... (Kavak Yelleri)
  • " Benim derdim başka... Herkesin bir şeyden şikayeti var; benimki belli değil... Düşünmek, istemek... Hoş bir şey olacağını tahmin ediyorum. Ben, o kadar fukarayım ki..." (Son Sığınak)
  • "Meğer ben seni ne kadar severmişim..." (Dudaktan Kalbe)
  • "Benim asıl davam kendi kendimle.." (Gökyüzü)
  • Gülmesini biliriz biz yalandan. (Damga)

  • Sevda, tatlı şeydi. Fakat ne çare ki vefa ile bir arada yaşayamıyordu. (Sönmüş Yıldızlar)
  • İnsan, sırası geldikçe eğlenmeli, ama bütün aklını da eğlenceye vermemeli! (Kızılcık Dalları)
  • Kurdun çocuğu nihayet kurt olur. (Kızılcık Dalları)
  • Bazı tesadüfler insana elli senede öğrenemeyeceği şeyleri iki dakikada öğretiyor. (Eski Ahbap)
  • İnsanların paradan başka şeylerle de mesut olacaklarına inanarak yaşadım.O kanaatle öleceğim. (Eski Şarkı / Yaprak Dökümü)
  • İlim para ile satılmaz... (Kavak Yelleri)
  • Bu dağ tepesinde bütün dünya ile alakasını kesmiş garip, fakir köylülerin cehaletlerinden başka ne günahları olur? (Salgın - Madalyonun Ters Tarafı)

Yorum Yaz