diorex
sampiyon

Hoimar Von Ditfurth kimdir? Hoimar Von Ditfurth kitapları ve sözleri

Nöroloji Profesörü, Psikiyatri, Yazar Hoimar Von Ditfurth hayatı araştırılıyor. Peki Hoimar Von Ditfurth kimdir? Hoimar Von Ditfurth aslen nerelidir? Hoimar Von Ditfurth ne zaman, nerede doğdu? Hoimar Von Ditfurth hayatta mı? İşte Hoimar Von Ditfurth hayatı... Hoimar Von Ditfurth yaşıyor mu? Hoimar Von Ditfurth ne zaman, nerede öldü?

  • 24.08.2022 03:00
Hoimar Von Ditfurth kimdir? Hoimar Von Ditfurth kitapları ve sözleri
Nöroloji Profesörü, Psikiyatri, Yazar Hoimar Von Ditfurth edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Hoimar Von Ditfurth hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Hoimar Von Ditfurth hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Hoimar Von Ditfurth hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...

Doğum Tarihi: 15 Ekim 1921

Doğum Yeri: Berlin, Almanya

Ölüm Tarihi: 1 Kasım 1989

Ölüm Yeri: Freiburg im Breisgau, Almanya

Hoimar Von Ditfurth kimdir?

Hoimar von Ditfurth Alman hekim ve bilim yazarı. Yazar Christian v. Ditfurth'un ve gazeteci yazar Jutta Ditfurth'un babası. 1968'de Adolf Grimme Ödülü, 1972'de Bambi Ödülü ve 1978'de aldığı Kalinga Ödülü dahil hayatı boyunca birçok ödül aldı.

Hoimar Von Ditfurth Kitapları - Eserleri

  • Dinozorların Sessiz Gecesi 1
  • Başlangıçta Hidrojen Vardı
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 2
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 3
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 4
  • Bilinç Gökten Düşmedi
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 5
  • Dinozorların Sessiz Gecesi 6
  • Biz Bu Evrenin Çocukları
  • Korku ve Kaygı

Hoimar Von Ditfurth Alıntıları - Sözleri

  • Böylesine muazzam enerji miktarlarının üretildiği Güneş mer­kezinde, tasarlama yeteneğimizi kat kat aşan süreçlerin sürüp gitti­ği bu yerde, zifiri karanlık hüküm sürmektedir: Tam da grotesk ta­nımını hak eden ve ilk bakışta inanılması kesinlikle olanaksız bir iddia gibi gelebilir bu insana. Oysa olayın açıklaması şaşırtıcılığına oranla alabildiğine basittir. Bu arada ortaya çıkan enerji, onu al­gılayamayacağımız kadar büyüktür çünkü. (Hani bir an için Gü­neş’in merkezinde bulunduğumuzu varsayarsak). Bir avcının kullandığı insan kulağının duymadığı sesleri çıkar­tan köpek düdüğünün temellendiği ilkenin aynısı burada da geçer­lidir. Bildiğimiz gibi köpekler, frekansını insan kulağının alamaya­cağı kadar yüksek sesleri duyabilmektedirler. Bu temel yasaya da­yanılarak, insanın ve elbette geyiklerin kulağının duyamayacağı sesi çıkartabilen ultra-ses avcı düdükleri yapmak mümkün olmuş­tur. Avcı onu ağzına götürüp üflediğinde, görünürde hiçbir şey ol­maz, av köpeği ise düdüğe anında tepki gösterir. Güneş'in merkezindeki enerji konusunda da aynı durum geçer­lidir. Buradaki ışınlar varolan en sert ışınlardır; gama ve röntgen tayfının değerleri içinde kalan ışınlar. Her ikisini de göremediğimi­zi biliyoruz. Görülebilir ışık, bu ilksel enerji biçiminin, Güneş'in merkezinden kabuğuna, oradan bize uzanagelen zahmetli bir yol­ culuğun ardından ortaya çıkar. Ama dipte, içerde, bizim görme al­gımıza göre, mutlak karanlık hâkimdir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 5)
  • Düşünme faaliyetini bulan, onu keşfeden beynimiz değildir, tam tersine bu faaliyet ilkece varolduğu için beyin ortaya çıkmıştır. Tıpkı ayaklarımızın hareketin nedeni olmaması, gözlerimizin ışığın bulucusu sayılmaması gibi. Gözlerin oluşmasının, yön bulmak için güneş ışığından yararlanma tepkisinin kaçınılmaz sonucu olması gibi. (Dinozorların Sessiz Gecesi 3)
  • İnsanın düşünmeyeceği şey yoktur. Ama işte sırf düşü­nebildiği ve akla yatkın geldiği için, o şeyin ille de varolması ve öyle olması gerekmez. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Giordano Bruno, güneşimizin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer alan sayısız yıldızdan yalnızca biri olduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üzerinde yanarak öde­mişti. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Birçok bakterinin ortalama kuşaksal ömrü sadece 20 dakika kadardır. Her yirmi dakikada bir milyonlarca bakteri hücresinin her biri petri kabında bölünerek kendi ardıl hücresini oluşturur. Bütün yeryüzü yaşama biçimlerinde, genetik kodun depolandığı aygıt aynı ilkeye göre işlediğinden, bakteriler bütün öteki canlıların bir temsilcisi olarak, genbilimcilerin, yani kalıtım süreçlerinin incelenmesi konusunda uzmanlaşmış biyologların, ideal araştırma nesnelerini oluştururlar. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Aklımız, mantığımız, görüş ve anlayışımız ile biyolojik itkilerimiz arasındaki çelişki, bu yüzden, sadece insana özgü bir çelişki gibi görünmekle kalmaz; nihai, kesin, aşılamaz bir durum olarak da algılanır. Kültür ve uygarlık dediğimiz şeyin itici gücünü, aklımızın kararları ile ortabeynimizin güdüsel programları arasındaki çelişkinin oluşturduğu, tartışılamaz; kendimizi evcilleştirme, uygarlaştırma anlamındaki muazzam çabayı talep eden de bu ikilemdir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 4)
  • AKIL İNSANDAN ÖNCE VARDI, İNSAN DIŞINDA DA VAR Bilinçli düşünme faaliyetinin gerçekleşmesini mümkün kılan beyinler henüz ortada yokken, doğada akılla düzenlenmiş izlenimi veren olaylar meydana gelmiştir. Araştırmalar şu olağanüstü bilgiye işaret etmektedir ki, canlı organik dünyada herhangi somut bir organizmanın varlığına bağlı olmayan bir zekâ, başka bir deyişle kendisini ağırlayan bir beyine gerek duymayan bir akıl, bir düşünebilme yeteneği vardır. Akıl (zekâ) bu dünyaya biz insanlarla birlikte gelmemiştir. Belli bir hedefe ulaşmaya çalışmak, ortam ile uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimlerini bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak, bütün bu beceriler ve yetenekler; bireysel beyinler ortaya çıkmadan çok önce vardılar. Akıl (zekâ), hayal gücü, tasarlama, amaca yönelme becerisi; evrenin başlangıcında, evrenle birlikte var oldukları için, Doğa yalnızca hayatı değil, beyni ve bilinci de yaratmıştır. Gerek evrende gerekse doğada aklın (zekânın) belirtilerinin ve izlerinin, insanlardan ve insan bilincinden çok önce ortaya çıkmış olduğu bir gerçektir. Akıl insandan önce vardı, insan dışında da var. Canlı doğanın her alanında karşımıza çıkan düzeni ardında, onu dışardan düzenlemiş ya da düzenleyen doğaüstü bir ruhun ve aklın var olduğu şeklinde -hayal gücü gerektiren- duygusal ve aceleci sonuçlar çıkarmaktan kaçınmak gerekir. ][ Hoimar Von Ditfurth ][ (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Biz, deyimi yerindeyse, aslında sadece yarının Neandertal'leriyiz. Bir bakıma geleceğin gerçekleşebilmesi için buradayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • "Michelson deneyi, Einstein'ın vardığı sonuca göre, ışık da dahil, hiçbir şeyin saniyede 300.000 km. hızla hareket eden ışıktan daha hızlı olmayacağı ilkesinin benimsenmesiyle açıklanabilirdi." (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Geldiğimiz noktada, merkezde oluşan ışının Güneş yüzeyine ulaşması oradan da uzaya salınmasından önce, Güneş'in aynı za­manda sırf büyüklüğü sayesinde bir tür hız kesici ve yumuşatıcı et­ki yaptığını, kendi ürettiği enerjinin tahrip edici gücünü önleyici bir şemsiye görevi de üstlendiğini anlıyoruz. Merkezden çıkan enerji, o haliyle Dünyamız'a ulaşacak olsa, bugün yerimizde yeller esiyor olurdu. Bize kadar gelen enerjinin, o sert ve öldürücü- ışın biçiminde değil de bildiğimiz aydınlatıcı ışık ve tatlı, yumuşak sı­caklık biçiminde oluşunu, gezegenimizin içinde yıkandığı bu ılımlı ışık ve ısı denizinin bu özelliklerini Güneş'in böylesine büyük olu­şuna borçluyuz! Her bir enerji kuantı (demeti) merkezi terk ettik­ten sonra, en az 600 bin kilometre uzunluğundaki bir alana yayıl­mış Güneş içi maddenin arasından geçmek zorunda kalmaktadır. Dünya ile Ay arasındaki uzaklığın yaklaşık iki katı kadar olan ve enerji kuantlarının çekirdekten yüzeye varıp oradan da bir anlamda gezegenlere "salıverilmelerinden" önce "akla karayı" seçip aştıkla­rı bu yol, hayatımızı kurtaran yoldur aslında. Bu yolun, uzay bölü­mü öncesinin, daha önce sözünü ettiğimiz çekirdek kaynaşmaları yüzünden, aralarında nispeten "boşluk" bulunmayan atomlardan ibaret sert bir maddeden oluştuğunu biliyoruz. Enerji Kuantları, Güneş'in içindeyken bile ışık hızıyla hareket ettikleri halde, oradan yüzeye varmaları gene de, bu özelliklerden ötürü, epey zaman alır. Serüvenlerle dolu, bir zikzak rota üzerinde gerçekleşen bu yolcu­lukta, sürekli olarak yollarına çıkan atomlarca emilen ve sonra ge­ne ışın biçiminde "kusulan" bu enerji, sağa sola sapıp savrulup ye­niden emilir, yeniden kusulur. Velhasıl, o atom senin bu köşe be­nim, sözümona ışık hızıyla merkezi terk edecek enerji, sonuçta tam da akıl durduracak bir gecikmeyle kendini uzaya atar! Bilgisayarların tek bir enerji kuantının bu koşullar altında yüzeye ulaşması için geçecek zaman süresini gösteren hesaplamalarından elde edilen sa­yı, "hadi canım sen de" dedirtecek cinsten olsa bile, kesin ve tartış­masızdır. Bir enerji kuantı merkezden yüzeye tam 20 bin yıl süren bir yolculuk yapar! Bu durumda, ışığında banyo yaptığımız aydınlatıcı enerjinin aşağı yukan Taş Devrinde Güneş merkezinde orta­ya çıkmış olduğunu söylememizde şaşırtıcı bir yan bulunmamakta­dır! Ama işin aslına bakılacak olursa, ışık, daha önce de söylediği­miz gibi, o zifiri karanlık merkezde ortaya çıkmamaktadır. Işının (enerjinin) o uzun ve zahmetli yolda "yorgun düşmesinin" bir so­nucu olarak, bildik halini almaktadır; neticede yüzeye ulaşan ve oradan, altı-yedi saniyede bize ulaşan şey, aslında, o ilk başlangıç­taki müthiş gücün cılız ve sönük yansısından başka bir şey değil­dir. Ama işte bu zayıf ve gücünü yitirmiş yansı, tam da bizim işi­mize gelen tahammül sınırlarının içinde kalmaktadır; Güneş'ten al­ dığımız ısının ve ışığın ta kendisidir o. (Dinozorların Sessiz Gecesi 5)
  • Evrimin her basamağı, görünürde kendi içinde kapalı, başı ve sonu olan bir aşama dilimi olarak, tamamlanmış ve kusursuz görünür. Evrimin onca büyüleyici yanına karşın, belki de en şaşırtıcı özelliği, bu basamaklardan her birinin, tamamlanmış, kusursuzlaşmış izlenimi vermesine rağmen, onlardan birinde takılıp kalmadan, yoluna devam etmiş olmasıdır. Çünkü her basamak ortaya yeni bir olanak sunuyor, bu olanaklar da bir sonraki basamağın hazırlığı olarak, onu evrimin gündemine taşıyordu. (Dinozorların Sessiz Gecesi 3)
  • Geceleri orta­lığın kararmasına. Olbers gökbilim alanındaki inceleme ve düşüncelerinde, kendisinden önce kimsenin dikkatini çekme­diği belli olan tuhaf bir çelişkiyle karşılaşmıştı. Madem ki evren sonsuz büyüklükteydi ve bu sonsuz büyüklükteki evre­nin her bir köşesi, aynı oranda dağılmış yıldızlarla doluydu, öyleyse bütün gökyüzü Güneşin batmasından sonra da tıpkı gündüz olduğu gibi apaydınlık olmalıydı. Bremenli doktorun başvurduğu ispatlama yolu aşağı yukarı şöyleydi: Sonsuz çokluktaki yıldızlar, sonuz büyüklükte bir aydınlık üretirler. Ama öte yandan da herhangi bir yıldı­zın parlaklığı, yıldızın Dünyamıza olan uzaklığı arttıkça azalır. Bu azalma uzaklığın karesine eşittir. Anlayacağınız Gü­neşimizin bugün bulunduğu uzaklığın iki katı bir uzaklıkta olduğunu varsayalım. Bu durumda Güneş bizi, şimdikinin dörtte biri bir güçle ısıtıp aydınlatabilecektir. Ya da gerçekte Güneş kadar aydınlık olan, ama ondan bin kez uzaklıktaki herhangi bir yıldız, bize Güneşin verdiğinin milyonda biri kadar ısı verebilir. (1 ÷ 1000x 1000 ) Buraya kadar her şey yolunda görünüyor. Sonsuz çokluktaki yıldızlardan doğan sonsuz büyüklükteki aydınlık, yıldızların gittikçe artan uzaklığı yüzünden uzaklığın karesi ka­dar azalıp bize ulaşamıyor, diye düşünmek mümkündür. Gel­ gelelim Olbers'in de saptadığı gibi bu yanlış bir çıkarsama­dır. Çünkü artan uzaklıkla birlikte bu defa yıldızların sayısı, aydınlıklarının azalmasından çok daha fazla artar. Bu artış, aydınlık gibi uzaklığın karesiyle değil; üçüncü kuvvetiyle orantılıdır. Bunun ne anlama geldiğini gözümüzün önüne getirmeyi bir deneyelim. Gelişigüzel bir varsayımla, 10 ışık yılı bir alan içinde Dünya çevresinde hafif ışıklarıyla gecemizi ay­dınlatan 100 yıldızın bulunduğunu kabul edelim. Şimdi bir adım daha atalım ve bunun iki katı bir uzaklık içindeki bü­tün yıldızları göz önüne alalım Yani 20 ışık yılı içindeki yıl­dızları. Bu durumda işin içine katılan ve ortalama olarak öte­kilerden iki kat bize uzak olan yıldızlar, bu iki kat uzaklıklarından ötürü, ikisinin karesi oranında, yani önceki 100 yıldızı sağladiğının ancak dörtte biri kadar aydınlık sağlayacak­lardır. Şimdi gelelim işin can alıcı noktasına; Eşit aralıklı bir dağılım durumunda, iki kat daha uzaklıktaki yıldız sayısı ön­cekinin ne iki katı ne de dört katıdır. Uzaklığın üçüncü kuv­veti (n^3) hesabıyla bu sayı (2x2x2)x100 = 800'dür. Şimdi uzaklığı gene iki katına çıkaralım; 40 ışık yılı uzunluğundaki bir çapın oluşturduğu. Dünyayı da içine alan bir uzay küresi­ni inceleyelim. Bu durumda işin içine katacağımız yeni yıldızların sağladığı aydınlık, bu dört kat uzaklığın karesi oranında, yani 1/16 oranında azalacak, ancak bu varsayımsal küre içindeki yıldız sayısı da, dört kat uzaklığın üçüncü kuv­vetine 4^3 X 100 = 64 X lOO'e fırlayacaktır. Uzaklık arttıkça bu sıçramalı artış da sürüp gider. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Başlangıç koşullarını az çok bildiğimiz bu yeryüzünde bile, Dünya, bir kez daha sil baştan oluşsaydı, sonuç ne olurdu? sorusuna yanıt vermekte hayal gücümüz tümden aciz kalırken, bu Dünyanın dışındaki olasıl gezegenler üzerindeki hidrojen atomunun serpilip gelişmesiyle ortaya çıkmış olabilecek ve çıkabilecek somut "biçimlerin" neye benzeyeceğini şöyle ucundan olsun kestirebilmemiz bile söz konusu olamaz. Başlangıcın bu verimli atomunun ve ondan türeyen ilk elementlerin yerçekimi gücünün bizim Dünyamızdakinden farklı olduğu bir gezegende, yeryüzündekine benzemeyen bir atmosferin altında ve yabancı bir Güneşin ışık spektrumu etkisinde ortaya ne gibi marifetler koymuş olabileceklerini hayal etmek mümkün değildir. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Giordano Bruno, güneşin ölçülmez bir büyüklükteki bir uzayın içinde yer alan sayısız yıldızdan yalnızca biri olduğunu ileri süre­rek insan bilincini derinden sarsıcı temel görüşü ortaya atmasının faturasını, odun yığınları üzerinde yakılarak öde­mişti. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Hayatın ne olduğu konusunda eksiksiz, açık seçik ve her durumu kapsayacak ölçüde genel geçerli bir tanım getirebilmenin olanaksızlığı, canlı olanın yeryüzünde ortaya çıkması ile birlikte, sanıldığı gibi yepyeni, temelden farklı ve beklenmedik bir şeyin birden kendini gösterdiği anlamına gelmeyeceğinin de kanıtıdır. Hayatın daha çok adım adım, basamak basamak ve gelişme zincirleri halkasında herhangi bir boşluk bırakmadan nasıl ortaya çıktığını düşünecek olursak, tam olarak hangi durakta, hangi noktada ve hangi durumda ortaya çıktığını söylememiz olanaksızlaşacaktır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 1)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız gibi, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; “kendimizi gerçekleştirmeye”, “tarihi” yapmaya ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha çok, bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu gibi hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet ettiği konusunda en ufak bir fikrimizin bulunmadığı, bizden hiç etkilenmeden bizi çok çok aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)
  • Evrenin, doğa tarihinin ve yeryüzündeki hayatın insan bilinci ortaya çıkana kadar yaklaşık 14 milyar yıl boyunca, herhangi bir akıl ve tinden, yaratıcı hayal gücünden, zekadan yoksun idare etmek zorunda kalmış olduğunu -sırf biz insanlar henüz yeryüzünde bulunmadığımız için- evrimin böyle bir yol izlemiş olduğunu varsaymamızın arkasında, ancak insanın evrenin merkezi olduğu yanılsamasına inanma saflığıyla bağışlanabilecek, inanılmaz bir kendini beğenmişlik yatmaktadır. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Virüsler aslında "bedenden" yoksun salt kalıtım mekanizmalarıdırlar. Kendilerini saran hücre kabuğunun inşa planının yanı sıra kendi şifresini içeren nükleik asitten ibaret olan virüs, hücrelerden birini enfekte etmeden önce, ayaklarıyla, söz konusu hücrenin enfekte olmaya elverişli olup olmadığını saptar. Böyle bakıldığında söz konusu bacaklar, yoklama işine yarayan birer tarama antenidirler. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bu dünyaya, şimdiye kadar sandığımız gibi, dünya bizim sahnemiz olsun diye (kendimizi kanıtlamaya, burada bulunuşumuza değip değmediğini anlamaya, sınanmaya; kendimizi gerçekleştirememeye, tarih yapmaya ve doğurmaya ya da başka akla gelebilecek bir amaca katkıda bulunmak için) yerleştirilmiş değiliz. Daha çok bu dünyanın bir parçasıyız biz; geçmişte olduğu gibi hala ona aitiz, onun yasalarına tabiyiz ve ne amaca hizmet ettiği konusunda en ufak bir fikrimizin bulunmadığı, bizden hiç etkilenmeden bizi çok çok aşarak ötelere geçecek bir gelişmenin içine yerleştirilmiş durumdayız. (Dinozorların Sessiz Gecesi 2)
  • Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız “ yeşil köle” bulunmasıdır .. (Başlangıçta Hidrojen Vardı)

Yorum Yaz