Douglas Kellner kimdir? Douglas Kellner kitapları ve sözleri
Teorisyen, Yazar Douglas Kellner hayatı araştırılıyor. Peki Douglas Kellner kimdir? Douglas Kellner aslen nerelidir? Douglas Kellner ne zaman, nerede doğdu? Douglas Kellner hayatta mı? İşte Douglas Kellner hayatı...
Doğum Tarihi: 1943
Doğum Yeri: New York, ABD
Douglas Kellner kimdir?
Frankfurt Okulu'nun üçüncü kuşak eleştirel teorisyenlerinden. 1943'te New York'ta doğdu. Columbia Üniversitesi'nde kıta felsefesi öğrenimi gördüğü 1960'larda aktif olarak Yeni Sol siyasette yer aldı, Vietnam Savaşı karşıtı gösterilere katıldı. Bu dönemde özellikle Herbert Marcuse'nin çalışmalarına yoğunlaştı. 1969'da, Alman felsefesinin farklı geleneklerini incelemek ve Heidegger'in "sahicilik" kavramı üzerine tezini yazmak için Tübingen Üniversitesi'ne gitti. Burada Karl Korsch, Georg Lukács, Max Horkheimer ve Theodor Adorno'nun çalışmalarını inceledi, Ernst Bloch'un seminerlerine katıldı. 1971' de Fransa'ya geçti, Paris'te de Claude Lévi-Strauss, Michel Foucault, Gilles Deleuze ve Jean-François Lyotard'ın seminerlerine katıldı. Uzun yıllar Texas Üniversitesi'nde faaliyet gösterdikten sonra, 1997'de Los Angeles'taki California Üniversitesi'nde çalışmaya başladı, halen bu üniversitenin Felsefe Eğitimi bölümündeki Kneller kürsüsünde bulunuyor. Frankfurt Okulu ve çağdaş Fransız düşüncesinin yanı sıra, bilhassa felsefi, siyasi ve iktisadi bir fenomen olarak "medya kültürü" ve "tekno-kapitalizm" üzerine pek çok makalesi ve kitabıyla da tanınan Kellner'ın başlıca eserleri şunlar: Critical Theory, Marxism, and Modernity (Eleştirel Teori, Marksizm ve Modernlik, 1989), The Persian Gulf TV War (Körfez'de TV Savaşı, 1992), Media Culture (Medya Kültürü, 1995), Politik Kamera (Michael Ryan ile beraber, Ayrıntı, 1997), Postmodern Teori (Steven Best ile beraber, Ayrıntı, 1998), Grand Theft 2000 (Büyük Soygun 2000, 2001).
Douglas Kellner Kitapları - Eserleri
- Medya Gösterisi
- Sinema Savaşları
Douglas Kellner Alıntıları - Sözleri
- For Neil Gabler, in an era of media spectacle, life itself is becoming like a movie and we create our own lives as a genre like film, or television, in which we become “at once performance artists in, and audiences for, a grand, ongoing show”. (Medya Gösterisi)
- Capitalist society separates workers from the products of their labor, art from life, and consumption from human needs and self-directing activity, as individuals inertly observe the spectacles of social life from within the privacy of their homes. (Medya Gösterisi)
- Bu adilane ve dengeli bir gazetecilik işiymiş gibi davranmaya çalışmıyorum. (Sinema Savaşları)
- Christopher Nolan'ın Batman Begins (Batman Başlıyor, 2004) filmi boyunca polis teşkilatı, ordu ve hükümet içinde yaşanan yolsuzluk olayları ve toplumsal sorunların çözülememesi konulan boy gösterir. Nolan'ın Batman'i (Christian Bale), korkularını (yarasa korkusunu) yenmek zorunda olan ve küçükken bir operada gördüğü yarasa figürlerinden korktuğu için annesiyle babasının oradan erken ayrılmalarına ve yolda saldırıya uğrayıp ölmelerine neden olduğu için vicdan azabı duyan insanca, pek insanca bir figürdür. Büyüyünce vicdan azabı ve suçluluk duygusu nedeniyle perişan olur, ama dövüş sanatlarını öğrenir ve kötüye karşı savaşta gerekli olan teknolojiye sahip olur. (Sinema Savaşları)
- The Simpson affair was also a class spectacle, which revealed that money could buy the best lawyers and technical experts and ultimately an acquittal. If commodity logic saturates everything, truth can be bartered and justice bought. The trial put on display the privileges of wealth, as it portrayed the affluent lifestyles of Simpson, Nicole, and their social circles. Indeed, part of the seduction of the trial was the fascination with class and wealth in a hypercapitalist society. The entire megaspectacle spawned a proliferation of books, articles, TV tabloid exposés, and other artifacts that displayed the opulence of upper-class life and intimate details of the affluence and decadence of the Simpson circles. (Medya Gösterisi)
- Ünlüler; medya kültürünün sembolleri, günlük hayatın tanrı ve tanrıçalaridir. (Medya Gösterisi)
- Seeing culture and society as a field of contestation with forces of domination and resistance, repression and struggle, co-optation and upheaval, provides a more dynamic model than that of certain forms of Marxism or feminism that primarily see the dominant culture as one of domination and oppression, or of populist cultural studies that excessively valorizes resistance, overlooking the moments of domination. By contrast, envisioning society and culture as contested terrains articulates the openings and possibilities for social transformation, and the potentials for resistance and struggle, as well as providing a critique of ideology and domination. (Medya Gösterisi)
- Gününü gösterin şu itlere (Sinema Savaşları)
- Popular music is also colonized by the spectacle, with music-video television (MTV) becoming a major purveyor of music, bringing spectacle into the core of musical production and distribution. Madonna and Michael Jackson would never have become global superstars of popular music without the spectacular production values of their music videos and concert extravaganzas. (Medya Gösterisi)
- Pirates of the Caribbean 3: At World's End (Karayip Korsanları: Dünyanın Sonu, 2007) yetkililerin ihzar emrinin askıya alındığı, sıkıyönetim ilan edildiği ve suçluların hemen cezalandırılacağı açıklamasıyla başlar - Bush-Cheney yönetiminin "adaleti"ni çok andıran uygulamalardır bunlar. Pejmürde kılıklı bir sürü insan korsanlarla ilişkisi olduğu gerekçesiyle, muhtemelen yargılanmadan asılır. Korsanların düpedüz terörist, mevcut rejimin de baskıcı ve cani bir rejim olarak kodlanmasıdır bu. Pirates of the Caribbean filmleri yabancılara sempatiyle baktıkları ve yerleşik düzenin yetkililerine saldırdıkları için biraz yıkıcı bir eğilime sahipler. (Sinema Savaşları)
- Petrolden kazanılan koca bir servet ve onun kanlı sonuçlarını konu alan bu aile hikayesi, Bush ailesi ile bu ailenin korkunç para ve iktidar hırsının bir alegorisi olarak da okunabilir; George W. Bush ve Dick Cheney'nin Irak'ı -kısmen petrol için- işgaliyle doruk noktasına ulaşan ve kanla sonuçlanan bir alegori olarak.* Filmin hikayesinin merkezini, petrolcü Daniel Plainview'un (Daniel Day-Lewis) zengin ve iktidar sahibi oluşu oluşturur; Plainwiev'un oğlunun göbek adı kısaca H. W.'dur, yani George H. W. Bush'unkiyle bire bir örtüşür. Bush ailesinin tarihinde, H. W. Herbert Walker'a karşılık geliyor. Bush-Walker aile hanedanlığının önde gelen bankerlerinden biri olan Herbert Walker, Prescott Bush'un iş ortağı ve Prescott Bush'la evlenen Dorothy Walker'ın babasıydı. Prescott Bush ile Herbert Walker servetlerini, başka işlerin yanı sıra, Alman iş çevreleri ve Naziler ile ABD arasındaki çıkar ilişkilerini idare ederek elde etmişlerdi; örneğin ilk dönemlerinde Alman faşizmini finanse eden ve onun askeri altyapısının sektörlerini inşa eden Krupp gibi sanayicilerle bağlantı ları vardı. Dorothy-Prescott Bush çiftinin oğlu George H. W. Bush'un adı petrol işiyle anılacaktı, tıpkı onun ele avuca sığmaz oğlu George W. gibi. Aile içinde "Junior" denilen genç George W. petrolle ilgili bütün işlerde başarısız oldu belki ama başkanlık süresi boyunca petrol endüstrisinin çıkarlarını hep ön planda tutup gözetti; önce petrol fiyatlarının rekor düzeylerde seyretmesinde, sonra da 2008 yaz ve güz aylarındaki ekonomik krizde etkisi oldu. (Sinema Savaşları)
- Filmler, tarihteki bir dönemin gerçekliklerinin bir hayli aydınlatıcı olan toplumsal göstergelerdir, zira filmlere araştırma, prodüksiyon ve pazarlama aşamalarında muazzam bir para harcanır. Film yaratıcıları bir dönemin olaylarına, korkularına, hayallerine ve umutlarınadalar ve o dönemin toplumsal deneyim ve gerçekliklerini sinemada ifade ederler. Bill Clinton'ı açık biçimde yeren Primary Colors (Kirli Yarış, 1998) veya George W. Bush'un hayatını konu alan W. (2008) adlı filmlerde olduğu gibi, bazen dönemin siyasi figürleri ile olaylarını tasvir etmek için birtakım anlatılar tasarlanır. Bazen de filmler, bu kitapta geçen birçok filmin yaptığı gibi, içinde bulundukları toplumsal ve siyasi bağlamlara dolaylı yorum ve eleştiri getirir. (Sinema Savaşları)
- The social construction of reality is generated in part through symbolic interaction between life experience and appropriation of media culture. This is, of course, a dialectical process by which personal experience is mediated, articulated, and focused by media culture, but in which interpretations and uses of the media are constructed by individuals in real-life situations. (Medya Gösterisi)
- Neil Gabler'a göre, medya gösterisi çağında, hayatın kendisi bir filim haline gelmiştir ve biz kendimize filim tadında ya da televizyonun çerçevesinde hayatlar kuruyoruz; kimi zaman performans sergilemesi beklenen bir oyuncu kılığına giriyoruz, kimi zaman ise büyük, sürekli bir gösterisinin seyircileri oluyoruz (Medya Gösterisi)
- Filmler doğruyu söyleyen yalanlardır. (Sinema Savaşları)
- ...the concept of “postindustrial” society is highly problematic. The concept is negative and empty, failing to articulate positively what distinguishes the alleged new stage. Hence, the discourse of the “post” can occlude the connections between industrial, manufacturing, and emergent hi-tech industries and the strong continuities between the previous and present forms of social organization, as well as covering over the continued importance of manufacturing and industry for much of the world. (Medya Gösterisi)
- Başkan adını telaffuz edemediğimiz ülkeyi bombalıyor (Sinema Savaşları)
- Nitekim film boyunca Müslümanlarla Araplar en olumsuz basmakalıp özelliklerle, aşırı ırkçı, ak-karacı ve Oryantalist olarak tasvir ediliyor. Filmin kahramanları el Kaide tehdidine karşı kıyasıya mücadele veren iki beyaz adam: beceriksiz bürokratlarla ve saldırgan, hatta kötü niyetli kadınlarla karşı karşıya kalan FBI ajanı John O' Neill ile Terörle Mücadele yetkilisi Richard Clarke. Madeleine Albright el Kaide tehdidini anlamayan bilgisiz bir bürokrat olarak tasvir edilirken, ABD'nin Yemen Büyükelçisi Barbara Bodine, O'Neill ile FBI ekibinin el Kaide şüphelilerinin peşinden gitmelerine saldırgan bir tavırla engel olan küstah ve mütehakkim bir bürokrat olarak resmediliyor. Kendini daha açık biçimde ele veren, son derece cinsiyetçi bir tavra Condoleezza Rice'ın güvenilmez biri olarak tasvir edilişinde tanık oluyoruz, zira Rice filmde el Kaide saldırılarıyla ilgili uyarılan gizliyor ve Richard Clarke'la işbirliği yapmıyor. Rice'ı canlandıran oyuncu (Penny Johnson), Amerikan seyircisinin 24 adlı televizyon dizisinde (iyi kalpli) siyahi başkanın manipülatif ve kötü kalpli karısı olarak tanıdığı biri. Dolayısıyla onun yalnızca görüntüsü bile onu o şekilde tanıyan seyircinin huzurunu kaçırmaya yetiyor. Bush-Cheney yönetiminin el Kaide tehditlerine daha fazla odaklan maması siyahi bir kadının suçuymuş gibi sunularak yönetimin diğer üyelerinin işin içinden sıyrılmaları sağlanıyor (Sinema Savaşları)
- While some critics talk incessantly about cultural studies as a historical phenomenon, or endlessly debate the method and concepts of cultural studies, I do cultural studies through dissection of the production of texts, textual analysis of its meanings, and study of their effects and resonance, deploying a multiperspectivist approach. (Medya Gösterisi)
- Walter Benjamin'in 19. yy Parisi'ni aydınlatmak için Charles Baudelaire'in şiirinden yararlandığı gibi biz de bugünkü tarihsel dönemle ilgili eleştirel bir içgörü ve bilgi elde etmek için filmlerden yararlanabiliriz. Filmler tarih, sosyal teori ve eleştirel olan medya/kültür araştırmalarıyla birlikte isabetli bir biçimde kullanıldıklarında, teşhise yönelik eleştiri için önemli bilgi kaynaklandır. Birçok kişi film eleştirisinin belli bir dönemde insanların nasıl davrandığı, göründüğü ve hareket ettiği konusunda olduğu kadar, onların hayalleri, kabusları, fantazileri ve ümitleri konusunda da önemli içgörüler elde etmeyi sağlayabileceği görüşündedir. Teşhise yönelik eleştiri geçmiş ve şimdiki tarihsel durumları aydınlatabilir, gelecekte neler olabileceğini öngörebilir. Politik Kamera'da (1988) Michael Ryan'la, muhafazakar kahraman filmleri ile kötü güçlerden (komünizm, devletçilik ve liberal huzursuzluklar gibi) kurtulma arzusunu dile getiren filmlerin bolca çekildiği 1970'lerin son dönemlerindeki popüler Hollywood filmleri nin Ronald Reagan'ın seçileceğini öngördüğünü iddia etmiştik. Keza 2000'li yıllarda da gerek televizyonlarda gerekse filmlerde Barack Obama gibi birine özlem duyulacağı ve öyle birinin kabul görüleceğine dair birçok öngörü yer almıştır. Hollywood filmleri ve televizyonlar gibi çeşitli kaynaklar aracılığıyla ülke siyahi bir başkana hazır hale getirilmiş, alıştırılmıştır. Daha 1972'de James Earl Jones The Man'de (Başkan) siyahi bir başkanı oynamıştır; gerçi filmin afişinde şöyle bir yazı yer alır: "ABD'nin ilk siyahi başkanı. Önce yemin ettirip başkan koltuğuna oturttular, sonra da o koltuktan indirmeye yemin ettiler." Daha yakınlarda Morgan Freeman 1998 yapımı felaket filmi Deep lmpact'te (Derin Darbe) sakin ve yetenekli bir başkanı oynamış, Tommy Lister The Fifth Element'te (Beşinci Element, 1997) başkanı canlandırmış, Chris Rock da Head of State (Devlet Başkanı, 2003) adlı komedide kendini birden başkanlık koltuğunda bulan bir siyahi yi canlandırmıştır. Dennis Haysbert'ün 24 adlı televizyon dizisinde canlandırdığı David Palmer medya kültürünün belki de en bilinen siyahi başkanıdır. Haysbert beş sezondan fazla bir süre boyunca canlandırdığı yetenekli ve karizmatik lider karakteriyle ilgili olarak şunları söylemiştir: "Yazarların yazdığı ve benim canlandırdığım haliyle bu rolün, siyahi bir başkan olabileceği, bunun mümkün olduğu konusunda Amerikan halkının gözünü açtığına canı gönülden inanıyorum... Siyahi bir başkan fikri bana son derece makul gelmiştir her zaman. Rolümü inanarak oynadım." Dizide Haysbert'ün hiç de istemeyeceği bir şey oluyor ve oynadığı karakter suikasta kurban gidiyor, yerine ondan küçük ve tecrübesiz kardeşi Wayne Palmer başkanlığa getiriliyor. Onun başkanlığına da güvensizlik (24 için hiç de şaşırtıcı değil) ve belirsizlik hakim oluyor. Obama'nın seçimi kazanacağına dair en müthiş öngörü, Martin Sheen'in başkan rolünü üstlendiği ve başkanın Beyaz Saray çalışanlarıyla birlikte yaşadığı maceraları konu alan popüler televizyon dizisi The West Wing'de bulunabilir. New York Times'ta yayımlanan bir yazıya göre, West Wing'in senaryo yazarlarından Eli Attie 2004'te Obama'nın en önemli danışmanlarından biri olan David Axelrod'u aramış ve ondan Barack Obama hakkında bilgi almış. Obama'nın 2004'te yapılan Demokrat Parti kurultayındaki konuşmasından sonra, Axelrod ile Attie Obama'nın ırksal farklılığıyla tanımlanmak istemeyişi ile parti ve ırk temelli kamplaşmaları ortadan kaldırarak ayrı grupları birleştirme arzusu hakkında konuşmuşlar. The West Wing'in 2004-2006 arasında yayınlanan son sezonların da, Demokrat Parti'nin Latin Amerika kökenli adayı Matthew Santos (Jim-my Smits) Obama'yla ilgili öngörüleri cisimleştirir adeta. Santos başkanlık yarışında ilerlerken, televizyondaki kurgusal başkan adayı ile Obama arasındaki benzerlikler çarpıcıydı: İkisi de Kongre'de yeniydi, koalisyonla gelmişlerdi, ikisi de liberaldi ve yeni bir siyaset peşindeydi, ikisi de çekiciydi, ikisinin de aile bireyleri çok fotojenikti, ikisi de Bob Dylan hayranıydı ve elbette iki başkan adayı da siyahiydi. İşin daha da çarpıcı tarafı, West Wing'in 2005-2006 sezonunda geçen seçim kampanyasında, Cumhuriyetçi başkan adayının John Mc Cain'in 2000'li yıllardaki haline benzetilerek oluşturulmasıdır. Kurmaca bir karakter olan Cumhuriyetçi Amold Vinick (Alan Alda) çevreyle ilgili meselelere kendi partisinden nispeten farklı yaklaşan, dış politikadan çok iyi anlayan, toplumsal konularda partisinden daha liberal olan ve seçmen tabanını sağlamlaştırmak için başkan yardımcısı olarak muhafazakar bir valiyi seçen başına buyruk bir Califomia senatörüdür. Santos, seçim kampanyasında umut ve değişimden bahsettikten sonra şunu söyler: "Sadece 'esmer' başkan adayı değil, 'ABD'nin başkan adayı' olmak istiyorum." Morgan Freeman'ın 2000'li yıllarda oynadığı filmler, Amerikan halkının farklı farklı ırklardan insanları gayet tabii benimsediğini ve güç sahibi siyahileri otorite pozisyonlarında kabul ettiğini gösterir. Freeman Deep Jmpact'te başkanı, Bruce Almighty (Aman Tanrım!, 2003) ile Evan Almighty'de (Aman Tanrım 2,2007) Tanrı'yı oynamış, War of the Worlds (Dünyalar Savaşı, 2005), March of the Penguins (İmparator'un Yolculuğu, 2005) ve Feast of Love (Aşk Şöleni, 2007) gibi filmlerde tanrı-anlatıcıya sesiyle hayat vermiştir. Rob Reiner'ın The Bucket List'inde (Şimdi ya da Asla, 2007) Freeman'ın canlandırdığı karakter, Jack Nicholson'ın canlandırdığı huysuz bir milyarderle birlikte, kendini bir hastanenin kanser merkezinde bulur. 6 aylık ömürlerinin kaldığını öğrenen Freeman ölmeden önce (yani nalları dikmeden önce) yapmak istedikleri şeyleri içeren bir "nalları dikmeden yapılacaklar listesi" çıkarmayı önerir ve Nicholson'ın canlandırdığı karakter süper zengin olduğu için yapabileceklerinin sınırı yoktur. Freeman'ın canlandırdığı karakter burada da filmin ahlak merkezidir; sakince, zekice ve esprili bir şekilde bu imkansız ikilinin amaç larını gerçekleştirmesini, sonunda da Nicholson'ın canlandırdığı karakterin konuşmadığı kızıyla tekrar bir araya gelmesini sağlar. Bütün bu filmlerde Freeman farklı ırklardan, yaş gruplarından ve toplumsal sınıflardan insanlarla kaynaşan bir persona olarak sunulur ve böylece günümüz Amerikan kültüründe siyahi Amerikalıları çok çeşitli rollerde kabul etmeye, insanları ten renklerine değil de kişilikleri ve hayranlık uyandıran özelliklerine göre değerlendinneye, bunlara göre saygı duyup benimsemeye yönelik bir eğilim olduğu gösterilir. Aynca, IMDb'ye göre, Freeman 2000'den 2008'e kadar 36 filmde rol almış, az önce sözünü ettiğimiz filmlerde tam bir ahlak timsali olarak karşımıza çıkmış, Clint Eastwood'un Million Dolar Baby (Milyonluk Bebek, 2004) filminde anlatıcıyı ve filmin kilit ahlak figürünü canlandırmıştır. Freeman çok sayıda ve çeşitli tarzda filmde dedektif, suçlu, suikastçı gibi envai çeşit karakteri de canlandırmıştır, ayrıca birçok filmde beğenilen bir anlatıcıdır. Hollywood'daki önemli oyunculardan biri olan Denzel Washington aynı zamanda filmlerde yönetmenlik yapmış, Broadway'de sahnelenen oyunlarda başrol oynamıştır. 2004'te tekrar çekilen The Man churian Candidate'te (bkz. 4. Bölüm) Washington'ın canlandırdığı karakter hükümeti şirketlerin kumpaslarından ve siyasi komplolardan kurtarır, tıpkı daha önce Alan Pakula'nın The Pelican Brief (Pelikan Dosyası, 1993) ve Edward Zwick'in The Siege filminde canlan dırdığı karakterlerin yaptığı gibi (Coyne 2008: 195). Üç Altın Küre, iki Oskar ödülü sahibi Washington zamanımızın en beğenilen, en popüler oyuncularından biri. Will Smith'in yakın dönemdeki oyunculuk çizgisi, siyahi birinin daha önce beyaz oyuncuların tekelinde olan rollerde oynayabildiğini gösterir. Olağandışı bir süper kahramanı canlandırdığı Hancock (2008), azimli bir evsizi canlandırdığı The Pursuit of Happyness (Umudunu Kaybetme, 2006) gibi yakın tarihli filmlerde Smith, Jan Stuart'ın deyişiyle, "Olimpos tanrıları gibi 'sokaktaki adam'lar" inşa etmiştir; "yanı başımızdaki tanrısallığı bütün kusurlarıyla gösteren zekice ömekler"dir bunlar. Seven Pounds (Yedi Yaşam, 2008) "diğer iki filmle birlikte, kendi kendine tanrılaşmayı anlatan bir üçleme halini alıyor". Smith bu filmde -1950'lerin The Millionaire dizisinin yıldızı gibi-rasgele birilerini seçip, tam da Obama'nın yapmaya çalışacağını söylediği, birçok kişinin de onun yapacağını düşündüğü gibi, onların "hayat koşullarını baştan sona değiştiren" bir karakteri canlandırıyor. Quigley Publishing'in her yıl sinema salonu sahipleri arasında yaptığı anket araştırmalarının sonuncusuna göre Smith, 2008 yılının en çok gişe yapan oyuncusu, oynadığı 19 filmin Ocak 2009 itibariyle dünya genelindeki gişe hasılatı 2.511.011.862 dolar. Hollywood filmlerinin veya televizyon dizilerinin Barack Obama'nın seçilmesini doğrudan sağladığını iddia etmiyorum; Obama'yı başkanlığa taşıyan, o son derece etkili seçim kampanyası ve halkı Cumhuriyetçilerin bırakınız yapsınlarcı piyasa ekonomisini sorgulamaya iten büyük ekonomik kriz oldu. İddia ettiğim şey, filmlerin ve televizyonun farklı bir etnik kökene mensup birinin başkan olacağını öngördüğü ve bu ihtimalin düşünülebilir bir şey haline gelmesine yardımcı olmuş olabileceği. Siyahi süperstarların yanı sıra, günümüzün Amerikan filmlerinde ve televizyonlarında ırkları önemli bir anlatısal rol oynamıyormuş gibi sunulan ve çoğunlukla ırksal özelliklerinin farkına da varılmayan birçok insan var. Bu söylediğim, Amerikan filmlerinde, kültüründe ve toplumunda ırksal baskının ve ırkçılığın yok olduğu anlamına gelmiyor tabii; bu kitapta varlığını sürdürmekte olan birçok ırk stereoti pine ve bariz ırkçılık örneğine yer vereceğiz. Ama kitap, genel olarak Amerikan kültürünün filmlerde başrollerde ve gerçek hayatta yüksek yönetici pozisyonlarında, hatta başkanlık koltuğunda farklı bir etnik kökene mensup insanları kabul etmeye hazır olduğunu, hatta bu insanları böyle pozisyonlara zaten yakıştırdığını öne sürüyor. Popüler kültür yaratıcıları çoğunlukla siyasi ve toplumsal değişimleri öngörür, belli davranış ve fikir biçimlerini veya siyahi başkan gibi figürleri henüz ortaya çıkmadan halka sunabilirler. Film ve televizyon yapımlarına ciddi miktarda para harcanıyor, bu nedenle böyle yapımların seyircide bir yankı bulması, dahası insanların düşündüğü, hayal ettiği veya arzuladığı şeyleri öngörebilmesi gerekiyor. Vaktiyle Benjamin ile Adorno'ya yakın olan Alman yazar Siegfried Kracauer, filmlerin tarihsel-siyasal alegorik boyutunu ortaya koymuş ve toplumsal, siyasal ve psikolojik içerikleri dile getiriş biçimlerini araştıran ilk sistemli araştırmalardan birini gerçekleştirmiştir. Caligari'den Hitler'e: Alman Sinemasının Psikolojik Tarihi (1947) başlıklı klasik eserinde, iki dünya savaşı arasında çekilen Alman filmlerinin toplumsal otoriteye itaat etmeyi vaaz eden ve kaosun ortaya çıkmasına karşı duyulan korkuyu işleyen son derece otoriter bir karakter sergilediğini öne sürer. Kracauer'e göre, Alman filmleri, Hitler'in iktidara gelişini öngören ve Nazizme yol açan antidemokratik ve pasif tavırları yansıtmakta ve teşvik etmekteydi. Bu araştırma geleneğini izleyen Barbara Deming Running Away From Myself'te (Kendinden Kaçmak,1969) 1940'lı yılların Hollywood filmlerinin o dönemin toplumsal psikolojisine ve gerçekliğine dair içgörüler sunduğunu göstermiştir. Deming kitabında şunları ifade eder: "Filmler iki dünya savaşı arasındaki dönemi aynadan yansıtır gibi değil de rüyalarımızdaki gibi gösterirse eğer, işte o zaman gerçekten nasıl yaşandıysa öyle gözler önüne sermiş olur"(s.1). Deming 1940'ların Hollywood filmlerinin dönemle ilgili bir müşterek rüya portresi sunduğunu ve "hepimizin sinema gişelerinden satın aldığı rüyanın şifresini çözmeyi, sinemada yaşadığımız özdeşleşmenin gerçek doğasını katetmeyi" amaçladığını ileri sürer (s.5-6). Onun bu eseri, filmlerin hem hakim ideolojileri yeniden ürettiklerini hem de destekledikleri ideolojinin dokusunu oluşturan önemli unsurları katettiklerini göstererek, 1960'lardan sonra karşımıza çıkan daha sofistike ve üniversite temelli film eleştirisi döneminin öncülüğünü yapmıştır. Deming Hollywood filmlerinin -zaman içinde film eleştirisinin önemli bir parçası haline gelen-toplumsal cinsiyete dayalı bir okumasını da gerçekleştirmiştir. 1960'lar ile 1970'lerde ortaya çıkan akademik çalışmalar daha ziyade tarih temelli sosyolojik yaklaşımları, teori destekli film eleştirisini ve sinemada biçim ile üslubun estetik analizini olanaklı kılmıştır. 1970'lerde Cahiersdu cinema ve Screen gibi dergilerle birlikte Fransa ve İngiltere'de ortaya çıkan film eleştirisi tarzı, Marksist ideoloji eleştirisi, yapısalcı ve postyapısalcı sinematik biçim analizi, psikana litik gizli içerik ve anlam araştırması ve feminist, gay, lezbiyen perspektifleri ile diğer eleştiri perspektiflerini birleştirerek bugün hala yararlandığımız o sağlam film eleştirisini geliştirmiştir. Filmlerin eleştirel analizi, bir dönemin sosyo-politik fantazileri ile kişisel hayal ve kabuslarını ortaya sermenin yanı sıra hakim ide olojileri teşrih edip yapısöküme uğratmaya, belli bir toplumun belli bir anındaki kilit ideolojik direncinin ve ideoloji mücadelesinin anlaşılmasına yardımcı olur. Frankfurt Okulu ve Fransız yapısalcıları ile postyapısalcıları gibi medya eleştirisi teorisyenlerinin çığır açan çalışmaları, kültürün toplumun inşa ettiği bir yapı olduğunu, hakim ideolojiyi ve onun çatışmalarını yeniden ürettiğini, bünyesi gereği içinde tasavvur edildiği toplumsal ve tarihsel ortamın değişik safhalarıyla bağlantılı olduğunu göstermiştir. Postyapısalcılık metnin açıklığını ve heterojenliğini, tarih ve arzularda gömülü oluşunu, siyasal ve ideolojik boyutlarını, çelişkilerini ve çokanlamlılığını vurgula mıştır. Bu da eleştiri teorisinin daha incelikli, çokkatmanlı yorum yöntemlerinin ve daha radikal siyasi okumalar ile eleştirilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu eleştiri teorisi, kültür çalışmaları ve film teorisi geleneklerinin söylem ve yöntemlerini birleştirerek 2000'li yılların siyasi durumunun ve toplumsal mücadelelerinin teşhise yönelik eleştirisini yapıyorum. Benimsediğim çok perspektifli kültür ve film araştırmaları modeli, prodüksiyonlar, metinler ve seyircilerin sosyo-tarihsel bağlamları içinde incelenmesini içeriyor; bunu yaparken çok sayıda perspektif ve teoriye dayalı bir yorumlamadan yararlanıyorum, yani dönemin önemli filmlerinin yanı sıra marjinal filmlerinin yorumundan (Sinema Savaşları)