Rosi Braidotti kimdir? Rosi Braidotti kitapları ve sözleri
İtalyan filozof Rosi Braidotti hayatı araştırılıyor. Peki Rosi Braidotti kimdir? Rosi Braidotti aslen nerelidir? Rosi Braidotti ne zaman, nerede doğdu? Rosi Braidotti hayatta mı? İşte Rosi Braidotti hayatı...
İtalyan filozof Rosi Braidotti edebi kişiliği, hayat hikayesi ve eserleri merak ediliyor. Kitap severler arama motorlarında Rosi Braidotti hakkında bilgi edinmeye çalışıyor. Rosi Braidotti hayatını, kitaplarını, sözlerini ve alıntılarını sizler için hazırladık. İşte Rosi Braidotti hayatı, eserleri, sözleri ve alıntıları...Doğum Tarihi: 28 Eylül 1954
Doğum Yeri: Latisana, İtalya
Rosi Braidotti kimdir?
Çağdaş Batı Felsefesi Araştırmacısı ve Feminizim kuramcısı, Rosi Braidotti, hem İtalyan hem de Avusturalya vatandaşıdır. İtalya'da doğup, çocukluk ve gençlik zamanlarını Avusturalya'da geçirmiştir. 1977 yılında Canberra, Avusturalya Devlet Üniversitesinden Felsefe dalında ödül almaya hak kazanmıştır.
Rosi Braidotti Kitapları - Eserleri
- İnsan Sonrası
- Kadın-Oluş
- Göçebe Özneler
Rosi Braidotti Alıntıları - Sözleri
- Lacan'a göre dişil ve eril, toplumsal cinsiyet sistemi olarak bilinen, cinsiyetler arası simetrisiz farkların toplumsal inşasını hem sürdüren hem de onun tarafından onaylanan imgesel ve toplumsal maddi kurumlardır. (Kadın-Oluş)
- Olumlayıcı feminist taklide dayalı bir politik strateji, öznenin toplumsal olarak dayatılan modellerle arasına mesafe koymasını sağlamak üzere harekete geçirilebilecek bir unsur olarak açık uçlu bilinçdışı yapılar gerektirir. Arzular politiktir ve politika arzularımızla başlar. (Kadın-Oluş)
- Sıradan insan yaşamının tümüne dair keskin bir görüş ve hisse sahip olsaydık eğer, çimenin büyümesini ve salyangozun kalp atışını duymak gibi olurdu bu, ve sessizliğin öte tarafındaki bu kükreyiş karşısında son nefesimizi vermemiz gerekirdi. Öyle ya, en süratlimiz, ahmaklıkla çepeçevre dolanıp durur etrafta. George Eliot (İnsan Sonrası)
- Foucault'dan Irigaray ve Deleuze'e, postyapısalcı fark felsefeleri üstüne okumalarımdaki temel vurgu, öznenin maddi ve cinsiyetli yapısıdır. Bu cinsel doku, doğası itibariyle ve çeşitli şekillerde, toplumsal ve politik ilişkilerle bağlantılıdır; bu açıdan kesinlikle bireyci bir kendilik değildir. Toplumsal ve sembolik, maddi ve semiyotik bir kurum olarak cinsellik, hem makro hem de mikro ilişkileri kapsayan bir karmaşıklık içinde, iktidarın birincil mevkii olarak ayırt edilir. Cinsel fark, yani cinsiyetlendirilmiş iki kutupluluk, cinsiyetlendirilmiş kimliklerin politik ekonomisinin sadece toplumsal bir uygulamasıdır. Bu bakımdan cinsel fark, hem olumsuz ve baskıcı (potestas/iktidar) hem de olumlu ve güçlendirici (potentia/güç) bir anlamı olan iktidar/gücü (power) ifade eden başka bir terimdir. Cinsiyet, Erillik/Dişiliğe özgü kurumların kutuplu ve düalist modeli içinde toplumsallaşan ve cinsiyetlendirilen öznelere toplumsal ve morfolojik düzeyde atanan kimlik ve uygun erotik faillik biçimidir. Toplumsal cinsiyet, kuvvetlerin bu karmaşık etkileşiminin içerdiği türdeki iktidar mekanizmalarını tanımlayan genel bir terimdir. Deleuze'den yola çıkarak, toplumsal cinsiyet düalizminin, maddi ve imgesel toplumsal çerçevemizi yapılandıran Ödipalleştirilmiş bir politik ekonominin çıkarlarını tahkim eden Çoğunluk konumunu temsil ettiğini söyleyebiliriz. (Kadın-Oluş)
- Göçebe teorinin temel biçimi, istikrar yerine değişime ve harekete öncelik tanıyan bir süreç ontolojisidir. Bu aynı zamanda, genel bir azınlık-oluş veya göçebe-oluş yahut da moleküler kadın/hayvan-oluş vb. olarak adlandırılabilir. Azınlık, göçebe teoride değişimin dinamik veya yeğinlikli ilkesi iken, (fallogosantrik) Çoğunluğun merkezi ölüdür. Erkek, çoğunluğu temsil ettiği sürece, yaratıcı veya olumlayıcı "erkek-oluş" olamaz: Hakim özne, kendi kendini sürdüren Varlığın yükü ve var olan modellerin yavan tekrarı altında sıkışıp kalmıştır. (Kadın-Oluş)
- Öğrenime dayalı toplumlar inşa etmek aslında bir hayaldi ve hâlâ hayal olmayı sürdürüyor: Yansıttıkları, hizmet ettikleri ve inşasına katkıda bulundukları topluma benzeyen okullar, üniversiteler, kitaplar ve müfredat, tartışma grupları, tiyatro, radyo, televizyon ve medya programları, daha sonrasında web siteleri ve bilgisayar ortamları... Toplumsal adalet, insan toplumsallığı ve çeşitliliğine dair temel ilkelere uygun, sahte evrenselliğe karşı çıkan, farkın olumluluğunu, akademik özgürlüğü, ırkçılık karşıtlığını, başkalarına karşı açık olmayı ve neşeyi olumlayan, toplumsal olarak karşılığı olan bir bilgi üretme hayali bu. (İnsan Sonrası)
- Yarının kentleri, yoğun bir sosyal ağ temelinde yaşayan öğrenme, bilgi alışverişi ve ortak bilişsel pratik merkezleri olacaktır. Askeri limanlar ve havaalanlarının ardından internet limanları, üçüncü milenyum kentlerinin seyrüsefer kapıları olacaktır. (İnsan Sonrası)
- Sanat, Deleuze için Yaşamın sonsuz imkanlarını düşünme, algılama ve hissetme yönlü yeni güzergahlar yaratma amacı taşıyan yoğunluklu bir pratiktir (Deleuze ve Guattari, 1994). Sanat bizleri bağlı olduğumuz kimliklerin sınırlarının ötesine aktararak, etrafımızı saran hayvani, bitkisel, yeryüzüne ve gezegene mahsus kuvvetlere bağlandığından, insan-olmayan anlamında zorunlu olarak insan-dışıdır. Sanat, yine rezonansı açısından kozmik ve böylelikle de yapısı itibariyle insan sonrasıdır; öyle ki bizleri, cisimleşmiş benliğimizin muktedir olabildiği veya katlanabildiği sınırlarına taşır. Sanat temsil sınırların en uç noktasına kadar esnettiğinden, bizzat yaşamın sınırlarına erer ve böylelikle ölümün ufkuyla karşı karşıya kalır. Bu açıdan sanat, sınırlar deneyimi olarak ölümle bağlantılıdır. (İnsan Sonrası)
- İleri kapitalizm, metalaştırma uğruna aktif bir biçimde farklar üreten bir eğirme tezgahıdır. “Yeni, dinamik ve müzakere edilebilir kimlikler” etiketi altında paketlenmiş, yersiz yurtsuzlaştırılmış farklar çarpanı ve tüketim malları arasında bitmez bir tercihtir. Bu mantık seçeneklerin çoğalmasını ve vampirane tüketimi tetiklemektedir. Bu seçeneklerin çoğu, füzyon adı verilen aşçılık yönteminden “dünya müziğine” dek kültürel “ötekilere” ilişkindir. Yeni organik yemek endüstrisine dair analizinde Jackie Stacey (Franklin vd., 2000) harfiyen, küresel ekonomiyi yediğimizi söylemektedir. Paul Gilroy (2000) ve Celia Lury (1998) bunu giydiğimizi, dinlediğimizi ve ekranlarımızdan günbegün izlediğimizi de anımsatmaktadır. (İnsan Sonrası)
- Bedenleşmiş özne, kesişen kuvvetlerden (duygular) ve uzay-zaman değişkenlerinden (bağlantılar) oluşan bir süreçtir. Beden kavramıyla, öznelliğin çokişlevli ve karmaşık yapısına atıfta bulunuyorum. Beden, kendisini yapılandıran değişkenleri -sınıf, ırk, cinsiyet, milliyet, kültür- hem kapsayan hem de bunların ötesine geçen, insana özgü bir kapasitesidir. Bu yaklaşım, toplumsal imgesel mefhumunu da etkiler. Özne-oluş süreci, bir dizi kültürel dolayım gerektirir; özne, maddi ve semiyotik koşullarla, yani kurumsal kurallar ve düzenlemelerin yanı sıra bunları sürdüren kültürel temsil biçimleriyle de uğraşmak zorundadır. İktidar (potestas) yasaklaması ve sınırlaması bakımından olumsuzdur. Güç (potentia) ise, güçlendirmesi ve eylemeyi mümkün kılması bakımından olumludur. Bu iki kutup arasındaki sürekli müzakere, politik anlamda, öznellik açısından, iktidar ve arzu terimleriyle de ifade edilebilir. Bu görüş, özneyi, hem iktidarla hem de ona direnişle eşuzamlı olan, süreç halindeki bir terim olarak ortaya koyar. Anlatısallık burada önemli bir bağlayıcı kuvvettir, ama ben anlatısallığı, dönüşmekte olduğumuz öznenin mitlerinin, operasyonel kurgularının ve önemli figürasyonlarının oluşumuna katılan ve katkı sunan politik yönelimli kolektif bir süreç olarak yorumluyorum. Göstergebilim paradigması bu anlatısallık mefhumunu hakkıyla kapsayamaz, bu mefhumun bir yeni-materyalizm içine yerleştirilmesi ve onda bedenleşmiş olması gerekir. (Kadın-Oluş)
- Bir öznenin etik çekirdeği, kendi ahlaki niyetlerinden ziyade, eylemlerinin dünya üzerinde yaratacağı iktidar/güç etkileridir (baskıcı potestas/olumlayıcı potentia). Etik olarak iyi, olumlayıcı güçlenmeyi amaçlayan ilişkisellik demek olduğundan, etik ideal de, çoklu ötekilerle ilişki tarzlarına girebilme kapasitesinin artışı olarak tanımlanacaktır. Politika, olumlayıcı oluşları edimselleştirmenin pragmatik pratiğidir. Karşıtlık bilinci ve politik öznellik diyalektiğinin yerini, bir neşe veya olumlama etiğinin üretilmesi yoluyla, bu etik dürtüyü edimselleştiren asamblajlar ve süreçler alır. (Kadın-Oluş)
- İleri kapitalizm bedeni enerji kaynağı olarak bilgi cevherine indirgediğinden, “belli yaşam biçimlerinin, başka bir canlılık kapasitesinin diğerleri karşısında daha değerli olmasını sağlayacak denklikler bulunabilir”. İçinde bulunduğumuz toplumsal sistemde sermaye değeri oluşturan şey, bizzat bilginin birikimi, kendisine içkin canlı nitelikleri ve kendini örgütleme kapasitesidir. (İnsan Sonrası)
- 1979'da Herbert Marcuse, 1980'de Jean-Paul Sartre ve 1981'de Jacques Lacan aramızdan ayrılmıştı. Hoca olarak bize daha yakın olan diğer düşünürler de vakitsiz vefat etmişti: Nicolas Poulantzas 1979'da intihar etti, Roland Barthes 1980'de bir kazada öldü, bir süre ruhsal bunalım geçiren Louis Althusser karısını boğduktan sonra akıl hastanesine kapatılmıştı. 1980'de General Tito'nun ölümünün karışık hisler uyandırdığı, Ronald Reagan'ın başkan seçilmesinin endişelere yol açtığı sırada, benim kuşağım yine o yıl New York'ta bir suikasta kurban giden John Lennon'un arkasından ağlıyordu. (Kadın-Oluş)
- Hepimiz ölümle senkron hâlindeyiz, hepimiz ödünç alınmış bir zamanda yaşadığımızdan ölüm, yaşayışımızın zamanıdır. Olay olarak ölümün zamanı, sadece doğrusal ve bireyleşmiş Chronos değil, Aioriun kişisel-olmayan sürekli şimdisi, sürekli oluştur. Ölümün zamansallığı bizzat zamanın ta kendisidir, ki bundan zamanın toplamını kastediyorum. (İnsan Sonrası)
- Feminist teori düalist olmayan bir düşünmeye yönelir, gerek teorik gerekse politik zeminde ikilikleri reddeder. Feminist bilinç ataerkinin kopardığı bağlantıları yeniden kurar; bilgi ve haz bir haline gelir. "Arzunun, hatta harekete geçirilmemiş arzunun bile çok güçlü hissettirebileceğini öğrendim. Benim için, arzuyu öğrendiğim yer -arzunun beni enerji ve dürtüyle doldurduğu bu yer- feminizmdir.'' (Kadın-Oluş)
- Feminist bilgi, varoluşumuzun, özellikle de iktidara dahil oluşumuzun daha önce fark etmediğimiz yönlerini ortaya çıkaran etkileşimli bir süreçtir. Deleuze gibi söylersek, feminist bilgi bizi "yersizyurtsuzlaştırır": Bizi, aşina, yakın, bilinir olandan uzaklaştırır ve ona dışarıdan ışık tutar. Foucault gibi söylersek de, bu bilgi bedenleşmiş kendilikten başlayan mikropolitikadır. (Kadın-Oluş)
- Soğuk Savaş’ın zirvesinde, köpeklerin ve maymunların, gelişmekte olan uzay keşif programlarının bir parçası olarak uzaya gönderildiği, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabetin yükseldiği dö nemlerde George Orwell ironik bir biçimde, “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazıları diğerlerinden daha eşittir,” demişti (Orwell, 1946). Belirsiz ve teknolojinin dolayımında savaşlara kapılmış üçüncü milenyumun şafağındaki dünyada, böylesi bir metaforik ihtişam epey boşa çıkıyor. İnsanmerkezcilik sonrası, daha ziyade aksini savunur: Hiçbir hayvan bir diğerine eşit değildir, çünkü hepsi eşit derecelerde metalaştırılan ve böylece de aynı ölçüde elden çıkarılabilen gezegen boyutunda değiş-tokuşların bir parçasıdır. (İnsan Sonrası)
- “Bizzat yaratmadığımız ve yok edilmesi de bize düşmeyen karmaşık bir entelektüel mirasın mevcut neslinin vasilerinden başka bir şey değiliz.” Stefan Collini (İnsan Sonrası)
- Michel Foucault’nun Hapishanenin Doğuşunda. (1977) iddia ettiği üzere söylem, belli anlamlara veya anlam sistemlerine bilimsel meşruiyet kazandırmak adına atfedilen siyasi geçerlilik üzerinedir; bunlar hiçbir şekilde nötr veya verili değildir. Öyleyse bilimsel hakikat, söylemsel geçerlilik ve iktidar ilişkileri arasında eleştirel, materyalist bir bağlantı kurulmaktadır. Söylem analizine böylesi bir yaklaşım, öncelikle toplumsal olarak kodlanmış cebri “farklara” ve bunları tesis eden bilimsel doğruluk, etik değerler ve temsil sistemlerine inancı yerinden etmeyi amaçlamaktadır. (İnsan Sonrası)
- Cinsel fark, cinselliği temel referans noktası olarak alan, öznenin pragmatik bir politik felsefesidir. (Kadın-Oluş)