diorex
sampiyon

Mezopotamya’nın Taş Şehri Mardin

Yine Zayende, yine Yelda Baler ile düştük yollara. Şehre ulaşmak için uçakla Diyarbakır’dı istikamet. Sonrasında da bizi bekleyen karayolu yolculuğu… Yaklaşık bir buçuk- iki saat… Mardin şehri karşıladı bizi.

  • 28.08.2013 12:52
Mezopotamya’nın Taş Şehri Mardin
Mazı Dağı’nın üzerine kurulmuştu. En tepede de kale… Bakıldığında sadece toprak rengi görüntüydü. Ama içerisine girildikçe keşfediliyordu. Biz kentsel sit alanı içinde bulunan Erdoba Konakları’nda kalacaktık. Otelimize ulaştığımızda taş işçiliğinin ve Mardin taşının en güzel örneklerinden biri ile karşılaştık.

Mardin'i görene kadar denizi olmayan şehirlerin hep kısır olduğunu düşünürdüm. İnsanın sıkıldığında uzaklara bakıp iç geçireceği bir denizin yerini hiçbir yer tutamazdı. Denizin alternatifi olabilecek başka bir şey de bilmiyordum. Bir kara parçasında ufuk çizgisi olabileceğini hele hiç düşünmemiştim. Uçsuz bucaksız Mezopotamya Ovası bir deniz gibi uzanıyordu şehrin ayaklarının altında. Gözümün görebildiği en son çizgi Suriye ve ışığın kırılması ile ufka doğru mavileşen toprak da tam bir deniz görüntüsü veriyordu. Ve sonra, dal git manzaraya unut her şeyi! Sabah saatlerinde dar sokaklarda dolaşıp Abbara’ların altından geçtikten sonra Belediye’ye kayıtlı çöp toplayan eşekleri keyifle izledik. Mardin sokaklarının darlığı yüzünden eşekler, birçok iş için kullanılıyor.

Öğle yemeğimiz için seçtiğimiz eski postane karşısındaki Kebapçı Yusuf. Şehirde uygun fiyatla hizmet veren bir yer. Cevizli Kebap şahane, şahane…

Mardin sokaklarından önce ilk durak Deyrulzafaran Manastırı’ydı. İsa’dan sonra 5. yüzyılda inşa edilen Deyrulzafaran Manastırı, muhteşem mimarisi yanında Süryani Kilisesi’nin önemli merkezlerinden biriymiş. 1932’ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikametgah yeriymiş. Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekanlardaki taş nakışları ile insanın oldukça ilgisini çekiyor.

Manastır bugün de Süryani Kilisesi’nin önemli dini merkezlerinden biridir. Mardin Metropoliti’nin ikametgahı olan Deyrulzafaran, dünyanın dört bir yanına dağılmış Süryaniler tarafından dua ve bereket almak için ziyaret edilir. Bu yapının kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber Milattan Önceki yıllara ve hatta Mardin’in kuruluşuna kadarki döneme indiği tahmin edilmektedir. Yapı, o dönemde Güneş Tapınağı olarak kullanılıyordu.

Manastır’ı gezmeye geldiğinizde safranlı çayın ve Süryani Çöreği’nin tadına bakmayı unutmayın. Çöreği ısırdığınızda ağzınıza gelen hurmanın tadı ise…

Bizi manastırda Sercan Bey gezdirdi. Harika bir anlatım ile mekanın büyüsüne kapılıp gittik. En çok da Güneş Tapınağından etkilendim. Sercan Bey sayesinde, mum yakmadan da ayrılmadım. Ve bir sonraki gelişimde misafirhanede ağırlanabileceğimi de keyifle öğrendim. Tabi bu konaklama için bir ya da iki Süryani referansına sahip olmanız gerekiyor.

Manastırdan ayrıldıktan sonra Kasımiye Medresesine doğru yola koyulduk. Artuklular döneminde yapımına başlanan medresenin inşası Timur dönemindeki Moğol saldırıları nedeniyle yarım kalmış, 15. yüzyılın sonlarında Akkoyunlu sultanı Kasım İbn Cihangir döneminde tamamlanmıştır. Medrese, eğitim verdiği dönemde bölgenin en önemli eğitim merkezlerindendi. 16. yüzyılda Mardin'de en fazla maddi kaynağa sahip medrese olduğu bilinmektedir. I. Dünya Savaşı sırasında kapanmıştır. İki mescide, bir türbe ve bir çeşmeye de ev sahipliği yapmaktadır.

Medresede bir Eyvan var. Eyvan o bölgedeki mimari yapı tarzının bir parçası. Zengin evlerinde de kullanılabilir. Eyvan; bir çeşme, bir havuz ve çeşme ile havuz arasında küçük bölmeler ve arklardan oluşan havuz sistemi. Medresenin içinde, ortada hoş bir görüntü oluşturuyor. Çeşmeden akan su ve eyvanın yapısı ile insan hayatı sembolize ediliyormuş. İnsan hayatının her bir safhası için eyvanda bir bölüm var. Su akarken aktığı yerin ya da kanalın şeklini alır.

Suyun duvardan çıkıp döküldüğü çeşme anne karnını ve doğumu simgeliyor, suyun ilk döküldüğü yerde bazen tek bazen de iki kademeli küçük bir havuz var. Bebeklik ve çocukluk dönemini simgeler. Suyun akışı, insanın hayatının o evresinde olduğu gibi hareketlidir, havuz küçük ve sığdır ama üzerinde oluşan dalgalar coşkuludur. Peşi sıra insanın gençlik dönemini simgeleyen uzun ve ilkine göre geniş bir havuz uzanır. Bunu takip eden üç-dört adımlık uzunluğunda ve bir karış genişliğindeki ark, insanın yaşlılık dönemini simgeler. Bu bölümde suyun hızlı akması kaybedecek zamanımızın olmadığını bize anlatmaya çalışır.Su aşağıdaki büyük ve derin havuza gürültü çıkararak akar. Tahmin edeceğiniz gibi burası ölümü simgeler, çıkan ses de ölüm sonrası geride bırakılan çığlıktır. Suyun döküldüğü büyük ve derin havuz da mahşer yerinin tasviridir. Havuzdan çıkan su, her halükarda toprağa karışır, verimli ovalara ulaşır ve bitkilere can verir.

Gidip de görmeniz gereken bir diğer medrese de Zinciriye…1385 yılında Melik Necmeddin İsa tarafından yaptırılmış olan eser, bu nedenle "Sultan İsa Medresesi" diye de anılır. Bir dönem müze olarak kullanılan yapı, dilimli kubbeleri ve anıtsal giriş kapısı ile Mardin’deki yapıların en görkemlilerinden biridir.

Tüm günün yorgunluğunu gecenin karanlığında Mezopotamya Denizi’nin üzerinde görünen ışıklar ile hayale dalarak attık.

Ve tekrar yeni gün başlamış, teker dönmüştü. İlk durak Mor Gabriel (Deyrulumur) Manastırı’ydı. Süryanilerin ana yurdu olarak bilinen Turabdin bölgesinin kalbi durumundaki Manastır, meşe ağaçlarla çevrili tepelerin doruk noktasında, Midyat İlçesi’nin23 kmgüneydoğusunda. Manastır, 1610 yıllık uzun tarihi boyunca yaşadıklarını sergileyerek ve büyüleyerek bizi karşıladı.

Manastırda en etkilendiğim bölüm de, Azizler Evi. Bölgedeki en büyük ve en ilginç mimariye sahip anıt mezarları içinde barındırıyor. Değişik dönemlerde vefat etmiş azizler, buradaki 15 adet nişin içine konumlandırılmış. Yanlış hatırlamıyorsam sadece bir aziz toprağa gömülmüş ve o toprağın da ellenmesi halinde gelenlere şifa verdiğine inanılıyor. Ve bana göre, Manastırdaki bir başka şaheser de; Ana Kilise.

O gün bir sonraki durağımız da Dara’ydı. Dara, Dairus’un başkenti demekmiş, aslında Dağara’dan çevirme. Bir nevi Mezopotamya’nın Efes’i konumunda, İpek Yolu üzerinde önemli bir yerleşim yeriymiş zamanında.

Gideceğimiz yer Mezopotamya Ovası’nın kenarına ilişmiş küçük derme çatma evlerden oluşmuş tipik bir köydü. Oysa köy, tam bir tarihkondu idi.

Sıradan bir evinin önünde durduk. Evin altına ağır kapısını andıran bir kapıdan girdik. Dar koridorlardan geçip taş merdivenler ile karşılaştık. Merdiven basamaklarından yerin altına indikçe bir sır kapısının önünde gibiydik. Dolambaçlı merdivenlerden içeri girdiğimizde yerin yaklaşık30 metrealtındaydık. Kalın sütunlarla desteklenmiş kesme taşlardan yapılmış otuz metre yükseklikte bir yer altı sığınağına inmiştik. Binanın zeminine de hala ulaşamamıştık. Bu gibi yapıların diğer evlerin de altında olduğu bir gerçek. Koruması, elektriği ve gelenleri gezdirme işi de, sığınağın üstünde oturan ev sahiplerine ait. Etraftaki tarihi zenginliğin sahipsizliği de içler acısı. Öyle ki, binlerce yıllık sarnıçlarda koşturan çocuklar, antik taşların üzerinde okey oynayan amcalar var. 3 bin yıllık antik kent Dara Harabeleri'nde yapılan kazı çalışmalarında Hz. İsa dönemine ait toplu mezarlar ortaya çıkmış. İnsan iskeletlerini yanında çeşitli hayvan iskeletleri ve tarihi eser kalıntıları bulunmuş. Şimdilerde, sürdürülen kazı çalışmaları soru işaretlerini beraberinde getiriyor. Geçen eylül sonu biz gittik üstü kapalıydı, gidenlerden duyduğum kadarıyla bu mayısta koca tiyatronun üstü açılmıştı. Söylendiğine göre dozerler ile hızlı bir çalışma yapılıyor ve şehir kalıntıları ortaya çıkartılıyormuş. Ama bu hız ile çıkartılanların yanında yitip gidenlere ne demeli !

Eski Mardin’e geri dönüp kendimizi sokaklara attık. Alınacaklar vardı. 

Alacak listesinde badem şekeri de var bu şekerlerin en lezzetlisini de Mehmet Efendi Kuruyemişçilikten alabilirsiniz. Ve tabi cevizli sucuğu da unutmayın. Almadan dönmeyin diyeceğim şeylerin başına Telkari ve Şahmeran da var. Telkari; Süryani ustalarının yaptığı Mardin yöresine ait gümüş işleme sanatı. Saç teli inceliğindeki gümüş tellere şekil verilerek yapılıyor. Ben almadan dönmedim. Şahmeran da uzunca bir hikayesi olan masal kahramanı; başı insan vücudu yılan. Evlere uğur getirdiğine inanılıyor. Mardin’de Şahmeran’ı en iyi işleyen de, Yusuf Usta. Genç yaşına rağmen usta sıfatını hak eden Yusuf, aynı zamanda dededen öğrendiği bakır işçiliğini en ince ayrıntısıyla hayata geçiriyor. Değer bilenler uğramadan dönmesin.

Bir de Nahıl var. KEDV’in ( Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı) satış noktası. Burada da en doğal sabunları (benim tercihim BITTIM’dı), kabak liflerinden yapılmış sabunlukları ve hediyelik eşyaları bulabilirsiniz.

Akşam yemeği Cerciş Murat Konağı’ndaydı. Konak çok büyük bir hikayeye sahip ama kısaca şunu yazabilirim. 2001 yılından itibaren turizmci Ebru Baybara Demir tarafından yeni bir anlayış ve otantik değerleri korunarak düzenlenen Cerciş Murat Konağı, Mardin halkı ile yöreyi ziyarete gelen yerli ve yabancı konuklar tarafından yoğun ilgi gören bir yer. Benim önerim konağın ve Ebru Hanım’ın hikayesini, Ebru Hanım’ın kendi ağzından dinlemeniz. Restorana gittiğinizde Mardin Lezzetlerine doyamayacaksınız. Süryani Şarabı özel bakır kaplarda bu yemeklere eşlik edecek. Biz mezeler dışında Kaburga Dolması yedik. Yerken, ayıklamasını kendiniz yapın ve çatal, bıçağı da unutun lütfen! Bu Konak’ta yemekler dışında size çok hoş müzikler eşlik edecek. Şansınız varsa arada bir düzenledikleri uzun yıllar aklınızdan silinmeyecek Kına Gecesi eğlencesine rast gelebilirsiniz. Mardin müziklerini daha sonra hatırlamak için de Hasan Çuha ve Mardin Geceleri Topluluğu CD’lerini de alın.

Mardin gezimizin son günü kısıtlı saatlerimiz vardı. Gezilmesi gereken Mardin Müzesi kapalıydı. Sadece bahçesine kadar gidebildik ve biraz fotoğraf…

Bence Mardin, kaybolan yıllarına inat, elbirliğiyle yaralarını sarıyor.

Şehir, bir mucize arifesinde kıpırdıyor. Şehirde; Müslüman, Süryani, Yakubi, Keldani, Nesturi, Yezidi, Yahudi, Kürt, Arap, Çeçen, Ermeni gibi farklı din ve etnik kökenden gelen topluluklar, 'doğal toplumsal hoşgörü' ve uzlaşma ile 'barış ve kardeşlik içerisinde' bir arada yaşıyor. Yukarı Mezopotamya, bir arada kardeşçe yaşadığı dönemlerin tadını şimdilerde yeniden keşfediyor.

Mardin’den umutla ve aklım kalarak dönüyorum.
Başım gözüm üstüne Mardin; başım gözüm üstüne...

FUNDA SÜZER / Özgür Kocaeli Gazetesi

Yorum Yaz