Kadın Gözüyle Güneydoğu...
Kadın gözüyle Urfa, Mardin,Hatay ve Antep... Dr. Ayşe Asuman Zengin'in gezi yazısı... Biz Gezi Yazısı...

Ramazan bayramını takibeden eylül ayının ilk günlerinde kızım ve oğlumla birlikte güneydoğu anadoludaki dört şehri kapsayan bir geziye çıktık. Daha önce gezme fırsatı bulamadığımız için hayıflandığım dört güzel şehirle ilgili izlenimlerimi aktarmak ihtiyacıyla kaleme aldığım bu yazı, umarım henüz buraları görmeyenlere de bir yol açma vazifesi görür ve güneydoğu halkına olan teşekkürümü ifade etmeme bir nebze de olsa fırsat verir. Çünkü bu dört şehrin insanlarında müştereken bulunduğunu farkettiğimiz misafirperverlik, diğergâmlık ve cömertlik hasletleri hepimizi derinden etkiledi ve bu faziletleri en az şehirlerin kadim tarihleri ve tabiatları kadar yerinde görülmeye , hissedilmeye değer bulduk.
HATAY
İlk durağımız olan Hatay’a bir Pazar günü vardık. Varışımızla birlikte de Ortadoğu ülkelerinin neredeyse hepsinde görülen ‘’ zamanın yavaş akışı’’olgusunun içinde bulduk kendimizi. Hafta tatili olduğu için restorantlar dahil hemen hemen her yer kapalıydı.Biz de ziyaret önceliğini müze ve camilere verdik. İlk gittiğimiz yer Anadoluda yapılan ilk cami olduğu söylenen ve Yasin suresinde ‘’uzak bir karyeden koşup gelen adam’’ ifadesiyle kendisinden bahsedildiği çeşitli müfessirlerce tahmin edilen ilk İsevîlerden Habib-i Neccar’ın adını taşıyor. Hz. İsa’nın havarilerinden Pavlus ve Yuhanna henüz şehire girmeden önce kendisiyle görüşmüşler ve Habib-i Neccar hak dine iman etmiş. Sonra şehirde halk tarafından kötü muameleye tabi tutulan bu iki havariyi korumak için arkalarından koşarak gelmiş ve insanları bu dine davet etmiş. Kendisi gibi ilk iman edenlerden Şem’un-u Sem’a, ve iki havariyle birlikte bu caminin bulunduğu mahaldeki kabirlerinin üzerine sonradan bu cami yapılmış. Bütün bunları caminin avlusunda bize bir nefeste anlatan 8-9 yaşlarındaki esmer çocuk, gezi boyunca örneklerine sıkça rastlayacağımız yerel rehberlerimizin ilkiydi. Habib-i Neccar’dan Türkçe karşılığı olan ‘’sevgili marangoz’’ diye bahseden bu sevimli çocuğa ufak bir bedel ödedikten sonra yine ilk Hristiyanların mekânı olan ‘’Sen Piyer’’ kilisesine yöneldik. Burası bir dağın yamacına inşa edilmiş çok etkileyici bir yapı.
Kitabesinde ilk Hristiyanların burada toplandıkları ve romalıların baskısından kaçmak için arka tarafa açtıkları dar bir tüneli kullandıkları belirtiliyor. İman etmenin ölümle denendiği devirlerde yaşamış olan bu mü’minlere kalbi muhabbetlerimizi ve selamlarımızı göndererek buradan ayrıldık. Sırada Antakya müzesi vardı. Hatay’ın merkez ilçesinin ismi olan Antakya ve civar yerlerde yapılan kazılardan çıkan mozayiklerin sergilendiği müzeyi de gezdikten sonra şehrin çarşısına doğru yöneldik. Çarşı esnafından bazıları öğlenden sonra nazlı nazlı kepenkleri kaldırmaya başlayınca kadayıfçılar, şalgam suyu, meyan şerbeti ve çeşitli yöresel ürünler satan dükkânlar ortalığı renklendirmeye başladı. Yine de yerinde bir Hatay künefesi yiyemeden şehirden ayrılmak zorunda kaldığımızı söylemeliyim. Saat 15.00 de ziyarete açılan Hatay Türk Katolik kilisesini de ziyaret ettikten ve artık neredeyse Bursa’yı geride bırakan Hatay ipeği satan bir dükkandan alışveriş yaptıktan sonra rotamızı Gaziantep’e doğru çevirdik. Burada oğlumun Hataylı bir arkadaşı aramıza katıldı ve bizi Beyazıd-i Bestamî Hazretlerinin Amik ovasına yukarıdan bakan çok güzel bir yerdeki türbesine götürdü. Bu ziyaret benim için son derece memnuniyet verici bir sürpriz olmuştu. Daha sonra bölge insanının misafirperverliğinin ve cömertliğinin en güzel örneğini veren Hataylı genç, bizi Gaziantep sınırına kadar uğurladı. Kendisiyle İstanbul’da görüşmek üzere sözleşerek yolumuza devam ettik.
Ayntab- Gaziantep
Gaziantebi görür görmez zengin ve canlı bir kültürel-tarihi mirasa sahip büyük bir Anadolu kentinde olduğumuzu farkettik. Caddeler hareketli ve kalabalıktı.Bölgenin yerel kıyafeti olan şalvar giyen erkeklerin hiç de az olmadığını görmekten modernizm karşıtı bir insan olarak memnuniyet duydum doğrusu.Ne de olsa kadim bir tarihe sahip önemli bir kentte, Doğu Roma imparatorluğunun en doğusundaki sınır kentinde bulunuyorduk. Doğruca çok ihtişamlı görünen ve Romalılardan kalan Gaziantep kalesine yöneldik. Kaleye çıkmadan önce tırmanılan yolda sağlı sollu heykeller vardı. Bunlar, kurtuluş savaşında Antebe ‘’gazi’’ ünvanının verilmesini sağlayan büyük direnişi gerçekleştiren kahramanların heykelleriydi ki içlerinden en çok bugünkü ‘’şehitkamil’’ semtine de adını veren ‘’Kamil’’isimli çocukla annesinin ve Dokurcun değirmeninde Fransız askerleri tarafından kıstırılıp şehid edilen 14 küçük çocuğun heykelleri yüreğime dokundu. Antebin türlü imkansızlıklar içinde direndiği ve sonunda ‘’gazi’’ ünvanını almayı hakettiği kalenin içine yerleştirilen çeşitli kitabelerde anlatılan kısa hikâyelerden de açıkça anlaşılıyordu.
Kaleden sonra 16.yy da yapılan Alaüddevle camiini ziyaret ettik. Antepte en eskisi 12.yy da yapılan Ömeriye camii olmak üzere birçok Türk-islam eseri cami ve hanlar mevcut. Bunların hemen hepsi kesme taştan yapılmış son derece estetik yapılar. Aynı şekilde şehrin eski kesimini oluşturan Bey mahallesinde de açık sarı renkte kesme taştan inşa edilmiş iki katlı çok şık konaklar mevcut. Maalesef şimdi buralarda aileler yaşamıyor, hemen hemen hepsi ya butik otel ya da kafe olarak çalıştırılıyor. Bunlardan birinin iç avlusunda (Bağdat kafe) bir akşam boyunca oturup dinlendik ve buralarda yaşanmış olan hayatları tasavvur etmeye çalışarak biraz hüzünlendik.
Şehirde oldukça fazla sayıda müze var ve hepsi de görülmeye değer. İlk olarak mutfak müzesini ziyaret ettik. Burası Antebin son derece zengin yemek kültürünü ve mutfak gereçlerini tanıtmayı amaçlayan bir yer. Bazı eşyaların halen kullanımda olduğunu görmek de ilginç oldu. Meselâ lokantalarda ayran genişçe bir bakır çanağın içinde bulunan küçük bir kepçe ile servis ediliyor halâ. Çeşit açısından sanırım Türkiye’nin en zengin mutfağı olduğundan yemeklerin adlarını saymaya girişmesem daha münasip olacak galiba. Ancak patlıcanın bolca kullanıldığı kebap çeşitleri ve son derece hafif ve lezzetli olan baklavayı anmamak olmaz.
Daha sonra gezdiğimiz bakırcılar çarşısı da Antebin görülmeye değer yerlerinden. Sıra sıra dizilmiş küçük dükkânlardaki esnaf bir yandan son derece estetik bakır el işleri üretiyor, bir yandan da satıyor. Kendilerine selâm verip yol vs. soran bizim gibi yabancıların da içeriye buyur edilip birşeyler içmeden ellerinden kurtulma imkânları yok. Çoğunlukla şehrin yerlisi olan bu esnafın son derece fasih ve şivesiz bir Türkçe konuştukları da dikkatimizi çeken hususlardan biri oldu.
Antebin eski çarşısı son derece canlı ve mevsim itibarıyla da her türlü meyve ve sebzenin hem kurusu hem de tazesinin yer aldığı harika bir görünüm sergiliyordu. İplere asılmış patlıcan, biber, bamya kuruları, çuvallarda taze sebzeler ve taze- kuru antep fıstığı , çeşit çeşit pestiller ve baharatlar özenle çizilmiş bir tablo içinde yer alıyor gibiydi ve malzemenin bolluğu Antep mutfağının zenginliğini de açıklamaya yetecek derecedeydi. Memleketimizin zenginliğine şükrederek çarşıdan ayrıldık.
Daha sonra yakındaki cam müzesini ve Mevlevihane’yi gezdik. 4 asırlık tarihi olan Mevlevihane Mevlevi dervişlerin kullandıkları eşyaların ve antika halı-kilimlerin sergilendiği çok zarif bir mekân. Duvardaki hüsn-ü hat levhalarından birinde yer alan şu dörtlüğü zamanında burada ibadet eden Mevlevi dervişlerinin hissiyatını nakletmeye belki biraz yardımcı olur ümidiyle not aldım:
Doymayız nimet ve ihsana daim açız
Sen kerem sahibi ey Rabbi ganî biz aciz
Kesmeyiz subh-u mesadır ki lütfundan ümid
Cümle açı doyuran nimetine muhtacız.
Nemekahu Ömer Lütfi
Gaziantep şehir müzesi bir sonraki durağımızdı. Burada da civardaki kazılardan çıkarılmış eski eserler ve mozaikler sergileniyor. Yakın zamana kadar burada yer alan ve Antebin simgesi haline gelen ‘’çingene kızı ‘’ mozayiği şimdi yeni yerine yani Zeugma müzesine nakledildiği için biz de istikametimizi oraya çevirdik. Şehrin biraz dışına inşa edilmiş bu muazzam müze hakikaten görülmeye değer. Geçmiş milletler yaşam tarzı ve inançlarını harika mozaik resimlere yansıtarak yaşadıkları villaların taban ve duvarlarına nakşetmişler ve şimdi bunlar Zeugma kenti kazılarından çıkarılarak bu müzede sergilenmeye başlanmış. Müzedeki en değerli parça, bir kazı yeri şakası olarak ‘’çingene kızı’’diye adlandırılan ve sonra Antebin simgesi haline gelen mozaik. Özel bir koruma altındaki bu resimdeki kızın iri kahverengi gözleri aynı ‘’Mona Lisa’’tablosunda olduğu gibi nereden baksanız sizi takip ediyor. ‘’Üç çeyrek bakış’’olarak adlandırılan bu resim tekniği hakikaten ilginç ve müessirlerin epey ileri bir teknik seviyede olduklarını düşündürüyor.
Son olarak Zeugma kazılarının yapıldığı antik şehri yerinde görmek için içiçe geçmiş fıstık ve zeytin ağaçlarının arasından ilerleyerek Nizip ilçesinin 4 km uzağına gittik. Burası ‘’Belkıs’’harabeleri adıyla da anılan ve Fırat nehrinin en dar yerine kurulmuş bulunan antik ‘’seleukhia’’ kentinden geriye kalan kalıntılardan oluşuyor. Geçmiş kavimlerle ilgili son derece ibret verici bu mekânda gayet hassas bir şekilde çalışılarak elde edilen mozaikler Zeugma müzesine taşınıyor. Oldukça meşakkatli görünen bu işin bir de tarihi eser kaçakçılarını heveslendiren yönü var ki çok sıkı tedbirleri gerekli kılıyor. Bu yüzden arabamızı epey uzak bir mesafede parketmek ve güneşin altında uzunca bir yolu yürüyerek katetmek zorunda kaldık.
Antep için ayırdığımız vakit bitince gezilecek daha pek çok yer olmasına rağmen yönümüzü Urfa’ya çevirdik ve yaklaşık 200km. lik mesafeyi aşarak peygamberler diyarı Urfa’ya vardık.
El-Ruha ya da Urfa
Gezimizin üçüncü durağı olan peygamberler şehri Urfa’ya gece vardık. Hem Hristiyanlığı hem de İslamı ilk olarak kabul eden bu kutsal şehir Nuh as tufanından sonra kurulmuş olan ilk üç şehirden biri ve Mekke ile Kudüs şehirleriyle kardeş. Urfa’nın eski isimlerinden biri olan El-Ruha kelimesine birçok yerde rastlamak mümkün. Balıklı gölü ve Halilür-Rahman camii’ni ilkönce ışıklandırılmış şekliyle görmek de çok etkileyici oldu. Oldukça büyük bir göl ve etrafındaki üç adet cami, dergâh ve külliyeden oluşan bu mekân Urfa’nın simgesi haline gelmiş.Etrafında 24 saat süren bir hareketlilik var. Genellikle yurt içinden ve Urfa’nın civar ilçe ve köylerinden gelen ziyaretçiler bu kutsal mekânı ziyaret ederek dualar ediyorlar. Göldeki iri balıklar için yem satanlar bu işi bir ibadet havasında yapıyor ve yem atanlara ‘’Allah kabul etsin’’ diyorlar. Burada da diğer şehirlerde olduğu gibi küçük çocuklar ziyaretçilere Hz. İbrahim A.S.nin ateşe atılma menkıbesini bir nefeste anlatıyor ve harçlıklarını çıkarıyorlar. Allah’ın izniyle Hz. İbrahim’i yakmayan ateşin suya, odunların da balığa dönüştüğüne, bu yüce peygambere iman eden Zeliha isimli kadının da kendini hemen onun arkasından ateşe attığı yerin bugün ‘’ayn-ı Zeliha-Zeliha’nın gözleri’’diye anılan göl olduğuna inanılıyor. Bu gölün etrafında Urfalıların çok rağbet ettikleri güzel bir çay bahçesi var. Kıyafet seçimi olarak Urfa’da kadın-erkek pek çok kişinin başlarında açık liladan koyu mora kadar değişen tonlarda aynı cins tülbentlerin bulunduğunu ve kadınların günlük kıyafet olarak üzerlerine son derece parlak ışıltılı elbiseler giydiklerini söylemek isterim. Erkeklerin bir kısmı da başlarına ‘’puşi’’denen örtüleri bağlıyor ve şalvar giyiyor. Yurt dışından gelen turistlerin hemen tamamı İran’ın dindar kesiminden. Hz. İbrahim’in makamını ve ibretli hikayesinin geçtiği yerleri görmek için kafileler halinde Urfa’yı ziyaret ediyorlar.
Sabah namazını Halil-ür Rahman camiinde kılan Urfa esnafı namazdan sonra yol boyunca kaldırıma dizilmiş ciğer kebapçılarda yerlerini alıyor.Urfalıların kahvaltı olarak közlenmiş dolmalık biber ve ciğer kebabını tercih etmeleri bizi son derece şaşırttı. Ancak burada bu kebapçılar sabah başladıkları mesailerine gece yarılarına kadar devam ediyorlar. Biz de burnumuza gelen bu nefis kokuya bigane kalamayarak iki kez buralara müşteri olduk ve pişman da olmadık doğrusu.
Daha sonra eski Urfa kalesine tırmanmaya başladık. Aşama aşama yükseldikçe Urfanın panoramik manzarası daha güzel görülmeye başladı. Düz damlı ve ‘’nahit’’ denilen beyaz kesme taş evlerden oluşan asıl Urfa’nın karşı yamacındaki mağaraların ağzını kapatarak barınmaya çalışan gelir düzeyi düşük kesim, şimdilerde bulundukları dağın arka tarafında yaptırılan TOKİ evlerine taşınmaya mecbur bırakılıyor ve evleri yavaş yavaş yıkılıyormuş. İçimizde bir burukluk oluşturan bu hikâyeyi dinledikten sonra eski Urfa konaklarından birini gezmek üzere eski mahalleye doğru ilerledik. Bu konaklar Osmanlı mimarisi izleri taşıyor ve kuş evleri, tandırlığı, kuyusu,kileri, avlusu ile birlikte tam bir kompleks oluşturuyor. Bugün bazıları butik otel ve restoran olan bu mekânlarda Urfa mutfağı tanıtılıyor ve lahmacun, içli köfte,çiğ köfte, bostana ve daha birçok yöresel yemek sunuluyor.
Urfa’dan biraz uzaklaşarak Harran yolu üzerindeki Eyyüb A.S. makamını ziyarete gittiğimizde Urfa’lıların buraya oldukça fazla teveccüh etmekte olduklarını gördük. Hz. Eyyüb A.S.nin hastalığına sabrederek yıllarını geçirdiği makam ve biraz ileride şifalı suyun çıktığı yer ayrı ayrı ziyaret ediliyor ve insanlar buralarda hastalıklarına ve sıkıntılarına şifa vermesi için Allah’a dua ediyorlar. Diyanet işleri tarafından bid’atlere karşı sıkı sıkı uyarılmış olmalarına karşılık mekân bir adak yeri haline getirilmiş ve demir parmaklıkların arkasında epeyce para birikmiş gibi görünüyor.
Yolumuza devam ettik ve bizi kuşatan uçsuz bucaksız Harran ovasını seyrederek tarihi ipek yolu üzerindeki Harran’a ulaştık. Burada dünyada kurulan ilk üniversitenin artık çok azalmış bulunan kalıntıları, Hititler döneminden kalma eski bir kale ve çok ilginç ve karakteristik bir biçimde yapılmış Harran evleri görülmeye değer. Koni şeklindeki dik damlar toprağa yumurta akı ve gülyağı katılarak elde edilen harçla oluşturulmuş. Bu tarz evlerin bir benzerinin dünyada sadece İtalya’nın bir köyünde bulunduğu söyleniyor. Sıcak yaz günlerinde içerisi gayet serin , kışın da sıcak oluyormuş. Şimdilerde genellikle ahır olarak kullanılan bu evlerden biri Harran Kültür Evi olarak düzenlenmiş . Bize burayı gezdiren yerel rehberimiz Mehmet Kızıl isminde lise öğrencisi bir gençti. Bizleri hayrette bırakacak şekilde profesyonelce bir rehberlik yaptı, hattâ Turgut Özal dönemi politikalarından, yarım kalan GAP projesinden ve son beş yılda tarımda gerçekleşen değişikliklerden bahsettikten sonra bizi yakındaki bir velinin, Hayat el-Harranî hazretlerinin türbesine götürdü. Bu büyük zatın tasarrufunun halen devam etmiş olmasının ne anlama geldiğini anlatırken ve kerametlerinden bazı örnekleri verirken bizi hem Harranî hazretlerine hem de kendisine hayran bırakan Mehmet’e okulda ve hayatta başarılar diledikten sonra Harran’ı geride bırakarak son durağımız olan Mardin’e doğru yöneldik.
Midyat
Gezi planımız gereği Mardin’i gezmeye Midyat’tan başladık. Mardin’in bu en çok bilinen ilçesi, kuyumculuğu ve gümüş telkâri işlemeciliği ile ünlü. Gerçekten de burada birçoğu Süryani olan kuyumcu ustaları çok ustalıklı ve estetik takı malzemeleri üretiyorlar.Çarşı gayet aktif ve hareketli bir alışveriş mekânı olarak Midyat’ın tam merkezinde yer alıyor. Burada ve Mardin’de halkın önemli bir kısmı Mezopotamya bölgesinin en kadim halklarından olan Hristiyan Araplar yani Süryanilerden oluşuyor. Midyatta ismi ‘’Mor’’ yani ‘’sayın ‘’ ya da ‘’hazret’’ ifadesiyle başlayan birçok kiliseleri mevcut ve hepsi de faaliyette. Biz bunlardan en büyüğünü, ‘’Mor Abraham’’ kilisesini ziyaret ettik. 14-15 yaşlarındaki genç bir Süryani bize bu eski taş binanın odalarını, ayin salonunu ve misafirhanesini gezdirdi. Daha sonra ‘’Midyat kültür evi’’olarak düzenlenen binaya doğru ilerledik. Bu sırada Midyat’ın çok estetik kesme taştan yapılan evlerinin halen aktif bir şekilde kullanılmakta olduğunu ve ilçenin bu evler sayesinde son derece otantik bir görünüme sahip bulunduğunu farkettik. Midyat kültür evi de bu evlerin en gösterişlisi olan üç katlı bir konak. Binanın tamamı taş ve kapı girişleri, sütunlar ve kemerlerde halen Mardin ve Midya’ta sürdürülmekte olan taş işçiliğinin şahane örnekleri yer alıyor. Bu binayı da gezdikten sonra gezimizin son durağı olan Mardin’e doğru yola koyulduk.
Mardin
1-Eskişehir
Şehrin eski kısmını Mardin dağının yamacına yaslanmış vaziyette uzaktan gördüğümüzde M.Ö.4000 yılına kadar uzanan kuruluş tarihinden günümüze haberler taşımakta olduğunu hissetmemek imkânsızdı. Burası, Kudüs ve Venedikle birlikte dünyada doğal sit alanı bozulmamış üç kentten biri olarak dünya tarih mirasına alınmış durumda ve tarihi ipek yolu üzerindeki yerleşim yerlerinden olduğu biliniyor. Hakikaten nereye baksanız yörenin coğrafik malzemesinden elde edilen açık sarı renkli ve işlenmesi kolay taştan yapılmış düz damlı ve en fazla üç katlı harika binalar görüyorsunuz. Bu binaların hiçbiri diğerinin güneş ışığına ve manzarasına engel olmuyor çünkü hepsi taraçalar şeklinde yükselen yamaç üzerinde bulunuyor. Üstelik en mütevazi olanında bile harikulade taş işçiliği örnekleri var ki bunlardan bazıları şu anda kamu binaları olarak kullanılan yerler. Meselâ Mardin kız lisesi ve Gazi paşa ilkokulunun sınıfları ve giriş kapısında bulunan taş işlemeler sanki bir el yapımı danteli andırıyor.Biz Mardin’in dar sokaklarında keşif gezileri yaparken küçük çocukların şehrin tarihi havasını teneffüs ederek oyun oynamalarına gıbta ettik doğrusu. İlginç olan bir diğer görüntü de Mardin’de güzel gözlü eşeklerin halâ yük hayvanı olarak taşımacılıkta kullanılmasıydı. Modern dünyada pek az kişiye nasip olan bir imkanın burada halâ mevcut oluşuna da sevindik. Bu muhteşem taş yapılar geçmişte kentin en tepesinde m.s. 1. yy da yapılmış olan kaleyle taçlandırılmışsa da bugün kalenin sadece temelleri görülebiliyor..
Şehrin merkezindeki Ulu cami yaklaşık bir yıldır restorasyonda olduğundan sadece minaresini görebildik ve ilk olarak Süryani Katolik Kilisesiyken1995 yılında müzeye dönüştürlmüş olan üç katlı binayı gezdik. Müzede çoğunlukla Gırnavaz höyük kazısında çıkarılan buluntular ,çeşitli bakır eşyalar ve Mardin gümüş ilşemeciliğinin seçkin örnekleri yer almakta.Taş binanın zerafeti ve işlemeleri de görülmeye değer.
Daha sonra Cuma namazı için Artukoğulları tarafından yaptırılmış Lâtifiye camiine gittik. Burada iki renkli taşlar kullanılmış ve giriş kapısı Selçuklu ahşap işçiliğinin çok güzel bir örneği olarak görülmeye değer. Şehidiye mahallesinde yer alan Şehidiye camisi ve medresesi de bir artuklu eseri .Bu caminin taş işlemeleri gerçekten görenleri hayran bırakıyor.Camiyi yaptıran Sultan Melik Mansur’un kabri de burada yer alıyor.
Mardin’de oldukça fazla sayıda medrese ve külliye var. Bunlardan bir kısmı Artuklu üniversitesi tarafından eğitim binası olarak kullanılıyor ki bunlardan biri Zinciriye medresesi. 14.yy’da Melik Necmeddin İsa tarafından yaptırılmış olan bu medrese giriş kapısındaki taş işlemeleri ve dilimli kubbeleriye ihtişamı görülmeye değer iki avlulu , iki katlı bir bina. Buradan seyredilen Mardin ve Mezopotamya ovası çok etkileyici bir manzara arzediyor. Biz de biraz temaşadan sonra yönümüzü Kasımiye medresesine çevirdik.
Buranın da yapımına Artuklular döneminde başlanmışsa da Akkoyunlu padişahı Cihangir Kasım döneminde tamamlanmış.Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş iki katlı, tek avlulu kubbeli bu binanın cephe duvarında daima su akıtan bir oluk ve bu oluğa su yoluyla bağlanmış olan büyük bir havuz mevcut. Suyun şırıltısını daima işiterek ders okuyan talebeleri bir müddet hayal ettikten sonra gezeceğimiz son medreseye,Gül mahallesindeki Sıtti Radviyye(Hatuniye) medresesine doğru yol almaya başladık.
Burası Kutbeddin İlgazi’nin annesi Sıtti Radviyye Hatun tarafından 12.yy’da yaptırılmış revaklı avlulu, iki katlı bir yapı. Medresenin yanındaki cami içinde Peygamberimize ait olduğu kabul edilen ayak izi mevcut.Aynı zamanda medresenin içinde bulunan türbe ve lahitler de burayı ayrıcalıklı kılıyor. Buranın avlusunda da çok büyük olmayan bir havuz ve su yolu, tabloyu tamamlamakta.Bu medreseden sonra sıra Mardin’in çarşılarını gezmeye geldi ve biz de öyle yaptık.
Ulu camiinin kuzeyindeki Kayseriyye bedesteni ,Reyhaniye camisinin yanındaki revaklı çarşı ve ana caddedeki dükkânlarda ne ararsanız bulunuyor ama en önemlileri tabii ki kuyumculardaki Mardin işi telkârilerve diğer alışveriş mekânlarındaki sabunlar, baharatlar, leblebi ve Mardin’e has badem şekerleri. Tarçınlı ve vanilyalı omak üzere iki çeşit üretilen badem şekeri ile ‘’bıttım sabunu’’ denilen ev yapımı doğal sabunlar Mardin için spesifik hale gelmiş.Biz de bunlardan bir miktar satın aldıktan sonra Mardin’in 3 km. doğusunda bulunan Deyrülzaferan manastırına doğru yola çıktık.
Burası yukarı Mezopotamya ovasına bakan tarihi ve meşhur bir ibadethane. Oldukça gösterişli bir girişi olan bu büyük külliyenin girişinde bizden önceki ziyaretçi grubun çıkması için biraz bekletildik. Daha sonra güzel ve bakımlı bir bahçeden zeytin ağaçları arasından geçirilerek manastıra girdik. Genç bir rehber bize manastırı tanıtırken önce en alttaki mahzene benzeyen, sadece küçük bir aralıktan ışık alabilen bölüme götürdü ve ‘’atalarımız burada Hristiyanlıktan önce güneşe tapıyorlardı ve bu küçük yarıktan giren ışığı izleyerek ibadet ediyorlardı’’ dedi. Bu cümle bana burada yaşıyan Süryani, Arap, Keldani ve diğer halkların buraların gerçek sahipleri olarak ne kadar kadim bir geçmişe sahip bulunduklarını düşündürürken içinde bulunduğumuz güneş tapınağının sapasağlam ayakta kalabilmiş olmasından dolayı zaman tasavvurum sarsılır gibi oldu. Neyse ki birazdan dışarı çıktık ve daha yakın zamanlara, Romalıların bölgeden çekilmesinden sonra manastıra çevrilen yapının diğer bölümlerini gezmeye koyulduk.Kiliseler, kabul odaları,yatakhane, sunaklar, okul, mezarlar ve inziva yerlerinden oluşan külliyenin halen hizmet vermeye devam ettiği, ders odalarından gelen seslerden anlaşılıyor. Burada görev yaptıktan sonra vefat eden yüksek dereceli din adamlarının cesetlerinin oturur vaziyette duvarlara gömülmüş olması ise herkesi şaşırttı. Bu şahıslar mesih’in doğudan geleceğine itikat ettiklerinden onu karşılarken saygıda kusur etmemek için oturur ve doğuya bakar vaziyette duvara gömülüyorlarmış. Ayin yapılan bölümdeki pekçok eşya meselâ patriğin oturduğu ahşap koltuk ve odaların kapıları 400 yıllık geçmişe sahip ama gayet bakımlı ve temiz durumdalar.Kadim Süryani cemaatinin dini merkezi olan bu yapının içinde tarihi bir incil mevcut ve ilk tıp fakültesinin de burada kurulduğu söylenmekte. Rehberimizle vedalaşarak manastırdan ayrıldıktan sonra yeni yerleşimlerin olduğu Yenişehir bölgesine de kısa bir gezi yapmak üzere yola çıktık.
2-Yenişehir
Bir şehrin eski ve yeni bölümleri arasında ne kadar fark olabilir diye sorulursa Mardin’i örnek göstermek isterim. Eskişehirden 2 km kadar uzakta bulunan bu yeni yerleşim yeri için söylenecek herhangi bir şey bulmakta zorlanıyorum doğrusu. Burası çok katlı, geniş yüzeyli herhangi bir mimari özellik arzetmeyen birçok apartmanın ve alışveriş yerlerinin yanyana sıralandığı planlı bir bölge. Eskişehire ait herhangi biz iz taşımaktan özenle kaçınmış gibi sanki. Arabayla kısa bir tur yaptıktan sonra çareyi yine eskişehirde Mezopotamya ovasına bakan çay bahçelerinden birinde dinlenmekte bulduk. Dinlenirken de mimarinin aslında bizim kim olduğumuzla ne kadar yakın ilişki içinde bulunan bir gösterge olduğunu üzülerek düşünmeden edemedik.
Bu, güneydoğu gezimizin son günün gecesiydi ve biz ertesi sabah erkenden İstanbul’a doğru yola çıkarken zihnim detaylarını unutmaktan korktuğum anılarla ve gönlüm ilk fırsatta tekrar gelmeye niyet ettiğim bu dört güzel şehrin insanlarına duyduğum muhabbetle doluydu. Allah, memleketimizin üzerinden nimetini ve esirgeyici rahmetini eksik etmesin…