Gecesi gerdanlık gündüzü seyranlık
Daracık sokaklarında çan ve ezan sesi birbirine karışırken, taşın sertliğini şefkatli dokunuşuyla yumuşatarak masala dönüştüren bir şehir Mardin. Bir Güneydoğu Masalına...

Mardin’de
günbatımı
Mardin, biri
eski diğeri yeni kent olmak üzere ikiye ayrılmış. Eski kent merkezi
SİT alanı ilan edilmiş ve
yeni bina yapılmasına izin verilmiyor. Anadolu Türk mimarisinin en özgün
örnekleri olarak kabul edilen Mardin evleri, Midyat işi denilen taş işçiliği
ile; yöreye özgü beyaz, kırmızı, sarı taşlarla inşa edilmiş. Kiremitsiz, düz
damlı bu evlerde taş oyma sanatının bütün ustalıkları sergileniyor. Bazı
binaların dış cepheleri kitabeler, çeşitli desenler ve süslemelerle bezenmiş.
Evler birbirine daracık sokaklarla, merdivenlerle ve yöre halkının “abbara”
dediği karanlık geçitlerle bağlanıyor. Mimarlık harikası olan abbaralar, kolayca
bir üst sokağa çıkmanızı sağlıyor. Hatta bu abbaralar Mardinlilerin yaşamında
öyle bir yer etmiş ki, “Erkeksen abbaraya gel!” sözü yerleşmiş dillerine. Evler
genellikle yüksek duvarlarla çevrili. Böylece hem sokaktan ayrılmış hem de sert
iklime karşı korunmuş oluyorlar. Her evin çatısı, bir yukarıdaki eve teras
olmuş. Mardin, Mezopotamya’yı seyrederken siz de karşısına geçip Mardin’i
seyredebilirsiniz. Bu şehrin tamamı bir defada görülebiliyor çünkü. Evler
aşağıdan yukarıya, kaleye doğru tırmanıyor. Akşam güneşinin kızıllığı Mardin’e
vururken, gün batımını değil, gün batımında bir şehrin güzelliğini izliyoruz
doya doya…
Mardin’in
çarşıları
Şehrin ritmini
yakalamak için geçen yüzyılların izlerini taşıyan çarşılarında dolaşmak gerek.
Baharat kokan sokaklardan çarşıya doğru inerken, birden bir evin önünde durup
kapı tokmağının güzelliğini ya da duvar süslerini seyretmeye dalıp akşamı
edebilirsiniz. Bakırcılar çarşısında bakır döven ustaların çekiçlerinden çıkan
sesler, şehrin ritmini size anlatır işte.
Mardin’in araç
giremeyen daracık, basamaklı sokaklarından yürürken, yanınızda yük taşıyan bir
at ya da çöp toplayan bir eşek geçerse sakın şaşırmayın. Taşımacılıkta
çoğunlukla binek hayvanları kullanıldığından çarşıda dolaşırken semercilere,
nalbantçılara rastlarsınız. Sonra marangozlar çarşısında takunya yapan ustalar
çıkar karşınıza. O takunyaları daha kaç nesil giyecek acaba merak
edersiniz…
Süryaniler’in
diyarı
Bir rivayete
göre Mardin kentinin kuruluşu ta Nuh Tufanı’na kadar dayanıyor. Onlarca değişik
uygarlığı, dini, kültür, farklı mezhepleri barındıran Mardin, Mezopotamya’nın
yedi bin yıllık, bütün tarihi yükünü taşıyor neredeyse. Tarihin en eski
Hıristiyan topluluğu olan Süryaniler, Müslümanlar, Yezidiler, Yahudiler,
Araplar, Ermeniler gibi
birçok farklı
din ve etnik kökenle beslenen Mardin belki de bu yüzden böylesine görkemli.
Camileri, medreseleri, kiliseleri, manastırları, hanları ve tarihi çarşısı ile
Mardin adeta bir Açıkhava müzesini andırıyor. Tarih boyunca birçok farklı
kültürün yaşadığı bu topraklar hepsinin zenginliğini ve kültürünü almış.
Deyrulzafaran Manastırı, kentin her yerinden görülen Ulucami, Midyat Suryani
Kilisesi, Mar Gabriel Manastırı Mardin’in mutlaka görülmesi gereken
yerlerinden.
Midyat ve
telkari
Mardin’e bir
buçuk saat uzaklıktaki Midyat’a şehirden kalkan minibüslerle ulaşabilirsiniz.
Buradaki evler de tıpkı Mardin’dekiler gibi. Ayrıca taş konaklar, kemerli
geçitler ve Süryani kiliseleriyle eski bir ortaçağ kentini andırıyor Midyat. Bu
güzel ilçenin bir başka özelliği de, artık tükenmekte olan telkari işçiliğinin
en güzel örneklerinin burada olması. Sadece birkaç Süryani telkari ustası
kalmış.Telkari sanatı Mardin’e has bir işçilik. Eritilen altın, gümüş gibi
madenler tel haline getirilerek işleniyor. Ve bunlardan çeşitli takılar, süs
eşyaları yapılıyor. Az sayıda telkari ustasından birinin, sihirli parmaklarıyla
yaptığı kolyeyi boynunuza takarak bu gizemli şehrin tılsımını hep yanınızda
taşımak istersiniz belki…
Hasankeyf
Mardin’e kadar
gelmişken Hasankeyf’i de mutlaka görmelisiniz. Mardin’den minibüsle Midyat’a
gidip oradan Hasankeyf’e ulaşabilirsiniz. Ne zaman ve kimler tarafından
kurulduğu bilinmeyen bu taş şehir, insanlığın en eski yerleşim yerlerinden
birisi. Kayaların oyularak ev haline getirildiği Hasankeyf, adı Süryanice kaya
anlamına gelen Kifo’dan geliyor. Buradaki sayısız mağara, ev olarak kullanılıyor
hala. Dicle Nehri üzerinde kurulacak baraj yüzünden yakın bir tarihte sular
altında kalacak bu olağanüstü yeri görmeden dönmeyin Mardin’den. Yörede çok
güzel el dokumalaraı satılıyor üstelik oldukça ucuz. Biraz yukarılara tırmanıp
Hasankeyf i bir de tepeden seyredin. Aşağıda sessiz sessiz akan Dicle’yi
göreceksiniz. Yüzyıllardır süren büyük bir aşkın kahramanlarından biridir o.
Belli etmez ama acelesi vardır aslında, ileride bir yerlerde sevgilisi Fırat onu
bekliyor çünkü. Yolu çok uzun…Görmeseniz de bilirsiniz iki sevgili mutlaka
buluşacak ve sonra birlikte akmaya başlayacaklar…
Mardin mutfağı
Özellikle
kaburga, işkembe dolması, içli köfte ve etli ekmek gibi Mardin’e özgü yemekler
var. Mardin’li bir kadının işlettiği Cercis Murat Konağı’nda Mardin mutfağı’nın
en güzel yemeklerini, ya da onların deyimiyle “Mistik Mardin Lezzetleri” ni
tadabilirsiniz. Et, bulgur ve sebzelerin nefis uyumuyla, uzun bir zaman
diliminde, büyük bir emek harcayarak hazırlanan yemeklerden oluşan zengin bir
mutfak. Güneydoğu denilince çoğumuzun aklına kebap geliyor değil mi? Oysa Mardin
de daha fazlası var. Ayrıca yörede yetişen baharatların çeşitliliği de Mardin
yemeklerini zenginleştiriyor, tatlandırıyor. Ama siz ille de kebap diyorsanız
Mardin’in ana caddesindeki “Kebapçı Rıdo” yu öneriyoruz.
Burada bir de
tüm Mardinlilerin yakından tanıdığı bir kadın var. Mardinli bir Süryani olan
Nasra Hanım basma boyama sanatının son temsilcisi. Mardin’deki Süryani
kiliselerini süsleyen kök boyadan yaptığı melek, Meryem Ana gibi çeşitli dinsel
motif, kuş ve çiçek desenleriyle bezeli özgün basmaları bir tek o yapıyor. Yaşı
seksenin üstünde. Bu otantik ve son derece özgün basmalardan satın almak
isterseniz, fiyatları 25 milyondan başlıyor.
Dönüş yolunda
garip bir hüzün kaplıyor içimizi. Sonra buraların şairini, Murathan Mungan’ı
anımsıyoruz birden. “Mardin’de ben taşların dilini öğrendim. Gökyüzünün
yakınlığını ve uçsuzluğunu” diyor şair, “Bizler serin fısıltılarla uykuya
dalarken, parmaklarımız yıldızlarda kalırdı. Yıldızlar bir daha hiç o kadar
parlak olmadılar.”
BİRGÜL KOPUZ - Seninle Dergisi